Bir önceki yazıda televizyonculuk litaratürüne "Freak Show" olarak geçen, tam karşılamasa da Ucube Şovu olarak Türkçeye çevrilebilecek bir format türünden bahsetmiştik. Bu bölümde, insanların zaafları ve kusurlarını ön plana çıkarmayı hedefleyen ve bundan bir eğlence devşirmeye çalışan bu formatın neden ilgi gördüğünü yine başka bir film analiziyle inceleyeceğiz.
Film: EV
Yapım: (2010) Türkiye
Yönetmen : Caner Özyurtlu, Alper Özyurtlu
Film, bir dönem ülkemizde de
yayınlanan ve Avrupa'da Big Brother olarak bilinen bir yarışma konsepti üzerine
kurulmuş. Filmin hikayesi kendisine izletilen reklamlar karşılığında büyük şirketlerin, kanallara
ödediği paradan hakkını isteyen marjinal bir izleycinin yarışma evinin ve canlı yayının
kontrolünü ele geçirmesi ile başlıyor. Tıpkı Saw serisinde olduğu gibi karakterimizin, kurduğu psikolojik oyun düzeneği ile insanlara göstermek istediği şeyler var.
Yalnız bizim yerli testeremizin tarzı biraz farklı. Oyunu evin içindeki yarışmacılarla değil, o yarışmacılara role girme gereksinimi hissettiren ekran karşısındaki toplumla
oynuyor. Çünkü burada reklamın varlığının, içeridekilerden çok EV’in
dışındakilerle ilgili olduğunu biliyor. Aslında bir televizyon kanalı yaptığı
programla kendine bir miktar bağımlı yaratıyor ve onları birkaç saatliğine esir
aldığını reyting verileriyle tescilledikten sonra, reklam şirketlerine; "elimde şu
kadar kölem var, hanginiz daha fazla para öderse, kölelerimi ona satarım, onun
reklamlarını izletirim" diyor. O yüzden Ev filmi; televizyon, internet ya da kendi
kontrolünde olmayan bir kurmacanın bağımlısı olan herkesi, aslında bu modern(!) çağda, kendi rızasıyla reklamların köle pazarında satılığa çıkarılan insanlar olduğu ile
yüzleştiriyor. Peki bu milyonluk köle ticaretinden, para transferlerinden
izleyiciye düşen pay ne? Kirlenmenin güzel olduğunu sanan ve kirlendiği
için tükenen enerjiden, tükenen doğal kaynaklardan ve sebep oldukları israftan habersiz, neden o
marka deterjanı almadığımızı merak eden çocuklarımız, hangi dondurmanın siyah
spor arabamız varmışcasına bize statü(!) kazandırdığını bilen arkadaşlarımız,
zaten en başta siyah bir spor arabamız olması ile statü kazanacağımız inancı
kalıyor bize. Bu yüzden geleneksel bir şerbetin nasıl
yapıldığını bilmek yerine, aynı anda dünyanın bir ucunda thanks giving
ziyafelerini, diğer ucunda ramazan sofralarını şenlendirebilen o çok fonksiyonel
içeceğin markası ezbere biliyoruz. Mesela televizyon başında geçirdiğiniz vakit nedeniyle bir
yerlerde bir selama ihtiyacı olan arkadaşlarımıza pek güven vermediğimizden,
başımız sıkıştığında onları arayıp borç istemeye yüzümüz olmuyor. Büyük
ikramiyeyi kazanan 06 Setenay’da kazandığı paradan bize borç vermeyeceğine göre
durumumuz kötü. Neyse ki biz Setenay’ın zafere giden yolculuğunu izlerken arada, yüzde sıfır nokta bilmem kaç
faizle hangi bankadan ihtiyaç kredisi alabileceğimizi öğrenmiş oluyoruz. Yoksa ne yapardık!
Bu modern köle ticaretinde asıl hatanın oyunun içindekilerden çok toplumda olduğunu belirtmiştik. Zaten bir repliğinde anti-kahramanımız yarışmacılara “suç sizde değil” diyerek
bunu vurguluyor. İzleyici de tam olarak bu mücadeleden besleniyor. İşte burada sinema dilindeki çatışma, climax gibi kavramlar da olayın bir mücadele üzerine bina edildiğini tescilleniyor. Mesela siz hiç aslanların sadece güneşlenip, dolaştığı bir vahşi yaşam belgeseli gördünüz mü ya da zebraların sadece otlandığı ve aheste aheste uzaklara göç ettiği bir belgesel ? Muhtemelen sıkıcı gelirdi. Çünkü ruhumuzun derinliklerinde aslanlardan, timsahlardan kaçan, onlarla boğuşan zebralar görmek isteyen ve bunu izlemekten zevk alan vahşi bir dürtü var. İşte suç bu yüzden bizde. Mesela birisi, sokakta iki
kişiyi kazanana bir miktar para vaadederek kavga ettirse… Etik denen şey en başta başka bir çok yöntemi varken o parayı kazanmak için öteki ile kavga eden insanı suçlar. Üstelik zaten daha kavga başlamadan duyarlı toplum(!) kavga edenleri
ayırır, insanları para için kavga ettiren o adama tepki gösterirdi. Çünkü aslında para için kavga eden iki insandan daha çok, onların kavga ettirilmesi çirkin olurdu. Fakat bu normal bir toplum için böyle. Tam bir cinnet halinde yaşayan ve Ucube Şovları izlemekten hastalıklı bir zevk duyan bir toplumda kimse o kavgayı ayırmaz. Tam tersine onlara seyirlik bir kavga sunan adama ve yeni kavgalar düzenlemesi için para bile öder ve kavganın etrafına toplanıp "vur, vur" diye tempo tutar. İşte kanalların freak show konseptli programlar tercih etmesinin altında yatan mantık bu. bir grup insanı bir evin içinde küçük bir miktar para vermek vaadi ile kavga ettirirken, etrafta o kavgayı izleyenlerden çok daha fazlasını kazanıyor. Reyting oranları da tam olarak kavganın etrafına toplanıp “vur, vur” diye tempo
tutan insanların sayısını gösteriyor.
Filmde anti-kahramanımız Ev’de
yaşananların aslında, etik ve ahlak dışına çıkmayan, şiddet içermeyen bir kafes dövüşü olduğunu göstermeye çalışıyor. Kafes dövüşü, fiziksel bir şiddet içermediği toplum bundan çok rahatsız olmuyor ve vicdanını aklayabiliyor. Bu noktada ana karakterimiz, evin ve canlı
yayının kontrolünü ele geçirmesi ile birlikte bu kafes dövüşünün gerçek kurallarıyla
yapılmasını istiyor. Yani herkesin üzerine geldiği evin en küçüğü, aşırı duygusal 14
Yiğit, ona destek olan, dünyayı görmüş, gezmiş dolaşmış insan sarrafı abisi 01 Taner,
Ev’in içinde her şeyi dengede tutmaya çalışan, ev geçimi konusunda profesyonelliğini bizden esirgemeyen ve evlat hasretini her saniye gözümüze sokan babacan karakter 04 Oğuz, Ev’in temizliği, tertibi düzeninden sorumlu anaç karakterimiz 15 Şenay, sevgi ikonumuz ve dünya barışımız 06 Setenay, Ev’in hırçın,
güzel kızı 12 Vildan’dan oluşan sözde aile, aslında yukarıda bahsedilen para için kavga ettirilen insanlar metaforunda kavga tutuşan insanlar ve seyircileri de ekran karşısında onları izleyen bizleriz. Onların birbirlerine karşı cinayet teşebbüsleri,
birbirlerini eleyip büyük ödülden ve onunla yapabilecekleri
hayallerden mahrum bırakmak suretiyle gerçekleştiğinden, toplumun ve hukukun gözünde meşru. Birbirlerini öldürmek için kullandıkları silahlar tamamen insan ruhunun reaksiyonları arasından seçildiği için yasal bir tedbir gerektirmiyor. Biri duygusallığı ile, diğeri dişiliği ile, öteki evlat özlemi çeken iyi aile babası olmasıyla diğerini öldürmeye çalışıyor. Daha kötüsü onları izlerken duyduğumuz haz, insanları duygularını kullanmak konusunda daha da teşvik ediyor,
cesaretlendiriyor.
Aslında doğa
belgesellerinin masum, asıl insan ruhunun mücadelesini konu alan bu Big Brother, Kıyafet/Tarz yarışmaları, Evlilik programlarının "vahşi" olduğu gerçeğiyle yüzleşmek için özellikle yapımların televizyonları yoğun olarak işgal ettiği bu dönemde mutlaka izlenmesi gereken
bir film olduğunu düşünüyorum. Filmi izledikten sonra en azından yarışma
programlarını bir de bu gözle bakmanızı tavsiye ederim. İyi seyirler…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder