Kara Gözlü Çingenem: Tony Gatlif


Künye
Film                        :   Korkoro
Yapım                     :   Fransa, 2009
Senaryo                  :   Tony Gatlif
Yönetmen               :   Tony Gatlif

    Korkoro, yani "özgürlük" genel itibarı ile bakıldığında, tam olarak Tony Gatlif filmografisine yakışan bir iş. 1975 yılından bu yana onlarca filme imza atmış Tony Gatlif'in konu itibarı ile Çingene azınlıkları dışına çıktığı pek nadirdir zaten. Çingene bir annenin ve Cezayirli bir babanın çocuğu olan Gatlif, elinde kamerası ile kendi köklerinin peşinde koşan bir seyyah gibi... Gatlif bu köklerin peşinde koştukça hikayler birikiyor heybesinde ve bizde dünyada yaşamış en eski ve en enteresan toplumlarından biri olan çingeneler ve zengin kültürleri hakkında bir çok şey öğreniyoruz. Söz konusu çingeneler olunca akla gelen diğer bir isim Yugoslav yönetmen Emir Kusturica tabi ki. Meraklısı varsa Emir Kustrica filmografisine de göz atabilir, belki ileride başka bir yazılarda Kustrica filmlerinede göz atarız.

  Tony Gatlif filmlerini anlayabilmek elbette Çingeneleri anlayabilmekten geçer. Millet, milliyet, ırk kavramlarının popüler olduğu bir ülkede hangisi ırktır, hangisi değildir tartışmalarının ortasında bir Çingeneler ekisikti diyebilirsiniz. Irklarının kökeni hakkında bir çok teori mevcut, bir çok farklı bölgede, bir çok farklı isimle anılıyorlar. Bu işle, etnologlar varsın uğraşsın, meseleyi çözünce bize de bir haber etsinler bi zahmet. Biz kendi işimize bakalım. Çingeneler hakkında güçlü bir şekilde üzerinde somut olarak uzlaşılan birkaç nokta var. Bunlar Çingenelerin etnik karakterlerini teşkil ediyor. Bunlardan ilki ve en önemlisi göçebe olmaları. Bu yüzdendir ki Hindistan'dan, Avrupa'nın kuzeyine kadar Çingene topluluklara rastlamak mümkün. Film de çingenelerin bu karakteri üzerine kurulu zaten. Çingenler yerleşik hayata geçerlerse asimile olacaklarına inanıyorlar, tıpkı filmde Taloche ve ailesinin inandığı gibi...Üstelik tarih boyunca hem Anadoluda, hem Avrupada onları haklı çıkaran bir sürü örnek var. Onların kültürlerini yaşayabilmeleri, geleneklerini devam ettirebilmeleri için göçebe olmaları gerekiyor. Çünkü tamir etmek, derme çatma çözümler üretmek onların karakterleri haline gelmiş. O yüzden yeni bir şey inşa etmektense göç ettikleri yerlerde buldukları şeyleri onarıyorlar. O yüzden hurdalar alıyorlar. Çok çalışmak zengin olmak gibi hırslara sahip değiller, eğlenmesini biliyorlar. O yüzden el işleri yapıp, satmak yetiyor onlara. O yüzden her gittikleri yere götürdükleri müzikleri var, küçük yaştan itibaren bir enstürmanda ustalaşıyorlar. Para onlar için yalnızca daha güzel eğlenebilme adına bir araç. Çalışmak onlar için bir zorunluluk değil. Ancak eğlence düzenleyebilecek para bulamadıkları zaman çalışıyorlar. Bu durum bizim gibi bir sisteme adapte olmuş, hırsları olan, televizyonda gördüğü rezidansları arzulayan, havuzlu villalar düşleyen, çocuk yaştan itibaren aktör ya da rock yıldızı olacağı hayalini kurmaya mecbur kılınan insanların kolay kolay anlayabileceği bir şey değil. Standart bir biçimde doğuştan okul, askerlik, iş, evlilik, ailesine iyi bir gelecek kurmakla yükümlü insanlar için fazlasıyla karmaşık. Bu yüzdendir hep çingeneleri hor görmüşlüğümüz, onlara kötü lakaplar isimler takmışlığımız, hazımsızlığımız. Onların böyle yükümlülükleri, arzuları, hırsları yok. O yüzden onlar fal bakıyor, biz fal baktırıyoruz. Çünkü arzularımız, hırslarımız var. Sanıldığının aksine hayallerimiz değil, yerine getirmekle yükümlü olduğumuz sorumluluklarımız var. Aslında bunların gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini öğrenmek istiyoruz falcılardan. Onların her gittikleri yerde yeni bir hikaye, yeni bir şarkıya dönüşüyor. Her gittikleri yer yeni bir pazar onlar için. Yeni hurdalar bulabilmek için bir fırsat. Böylece yeni bir şeyler tamir etmeyi öğreniyorlar. Bu yaşam onların özgürlüğü.Göçebe oldukları için ödemek zorunda oldukları taksitleri yok, üniversite haçlarını ödemek zorunda oldukları çocukarı, yeni çamaşır makinalarının borçları yok. İşte bu yüzden bir çingenenin yerleşik hayata geçmesi demek onların yok olması anlamına geliyor.

Filmin konusu, Fransa'da dolaşan bir çingene ailesinin ve onların yaşantısı üzerine kurulu. /Spoiler/ Bu aile her yıl belli dönemde çalışmak için uğradıkları bir köye gelirler. Bu sırada patlak vermek üzere olan ikinci dünya savaşının bir etkisi olarak Fransa hükümeti sınırları içerisinde bulunan herkesi kontrol altında tutumak ister. Bu yüzden göçebeliği yasaklayan bir yasa ilan edilir. Bu yasanın bir sonucu olarak yerleşik hayata geçmemiş olan belli bir adres beyan edemeyen tüm çingeneler kamplarda toplanır. O güne kadar mülkiyet edinme fikrini bile taşımayan Taloche ve ailesi de dolayısı ile kampa götürülür. Aile ile yakın ilişkisi bulunan köyün doktoru ve öğretmeni bu duruma dayanamaz. Aileye babalarından kalma evleri ve araziyi bağışlar. Bu sayede belli bir mülke ve adrese sahip olan çingene ailesinin kamptan çıkıp artık sahibi oldukları evlerine dönmelerine izin verilir. Ancak mesele bir kampın kötü şartları ya da geniş arazisi olan çiftliklerde rahat bir yaşantı sürmek değildir. Çingeneler için göçebelik dışındaki her hangi bir yaşam tarzı zaten tutsaklıktır. /Spoiler/  Çingenler için su, borularda tutsak edilemez, musluklarla kontrol altına alınamaz, özgürdür. Toprak çitlerle, sınırlarla, duvarlarla çevrilemez. özgürdür. Bu yüzden göçebedir Çingeneler.

   Müzikler konusunda ise söylenecek falza bir şey yok. Tek kelimeyle muhteşem. Yine Tony Gatlif'in parmağı var. Gatlif'in dışında Delphine Mantoulet ve Fransız klasiklerinden bir kaç parça görmekteyiz. Elbette ki Çingenelerce yeniden uyarlanmış halleriyle. Oyunculuk konusunda  da Taloche rolüyle James Thierree uzun zamandır gördüğüm en iyi performanslardan biri diyebilirim.

Son olarak; /Ağır Spoiler/ Gatlif'in yine bir ormanda ağıt ritüeli ile bizleri şaşırtmamıştır.

Replik-i Ala: "Buradan ayrıldığımız ve kimsenin nerede olduğumuzu bilmediği zaman özgürüz"   

KPSS ile Cellatlığa Atanmak



Künye 
Film                        :   Pierrepoint The Last Hangman
Yapım                     :   İngiltere, 2005
Senaryo                  :   Bob Mills, Jeff Poppe
Yönetmen               :   Timothy Spall, Eddie Marsan

  Film, 1905-1992 yılları arasında yaşamış olan Albert Pierrepoint'in hayatını anlatan bir biyografi. Pierrepoint'in yaşamını beyaz perdeye taşıyacak kadar özel kılan ise mesleği. Albert Pierrepoint Birleşik Krallığa bağlı resmi görevli bir cellat.Yasalarla tüm kamu personellerinin yükümlü olduğu gibi takım elbise giyip, kravat takmakla, her gün traş olmakla yükümlü... Devlet güvencesi ile sigortalanmış bir ağabey. Bizde ki 657'ye tabi olmak anlayacağınız. Üstelik babası da aynı işi yapıyormuş. Albert kolay kolay kimsenin yapmak istemeyeceği bu işe nasıl sürüklenmiş, babasından mı  öğrenmiş, KPSS puanı ancak buna mı yetmiş yoksa o yıllarda İngilterede memuriyet babadan oğula mı geçermiş bilemiyoruz. Her nasılsa babadan oğula nesilmiş bunlar. Filmde bu mevzunun üzerinde pek durulmamış gerçi ama aslında Albert'in çocukluğunun da dahil edildiği bir hikaye olsaydı daha çarpıcı olurdu bence. Düşünsenize o her okulda varolan baban ne iş yapıyorcu, babanızın mesleğine göre tavır takınan öğretmen; küçük Albaert'e sorduğunda ne cevap almıştır. Çocuklar arasındaki benim babam, senin babanı döver hiyerarşisinde Albert'in konumu nedir, merak etmiyor değiliz. Ya da Albert babasını vergi hesapları yapan, eksik fatura kesen işletmelere ceza yazan bir vergi müfettişi mi sanmıştır, babasının mesleğini öğrendiğinde ne yapmıştır alsa bilemiyoruz. Zira filmde de Albert çocuk sahibi değil, gerçekte sahip miydi yine bilimiyoruz.

   Bir adam düşünün, devlet memuru. Her hafta muntazam bir şekilde işe gidiyor, para kazanıyor. Şehir dışı görevlendirmelerde yol-yemek harcırah alıyor. Biraz işkolik ya da diğer bir tabirle işini seviyor ama eve iş getirmiyor. Gözü yüksekte olmayan, ancak yaptığı işte en iyisi olmaya çalışan tiplerden. İşini seviyor, fakat işini sevmek, resmi görevli bir cellat olan bu adamın mesleği için fazlasyıla absürt. Fakat  onu 682 infaz gerçekleştirdiği için kim suçlayabilir ki? Gündüzleri birilerinin boynuna ilmeği geçiren bir adam, akşam eve gelince ne yapar? Bir barda içmeye gittiğinde, arkadaşlarına ne anlatır. Mesela ne tür filmlerden hoşlanır? Çayı nasıl içer, evde işler nasıl döner, televizyon kumandası kimde durur ya da kim evlenir böyle bir adamla? Film biraz bunların hikayesi ama biraz daha bunların hikayesi olsa fena olmazmış bence.

  Özellikle idam cezasının meşruluğu ya da insanın yaşam hakkı gibi temel hak ve özgürlükleri üzerine kafa yoran sosyolog irisi arkadaşların, adalet kavramı ve ceza hukuku üzerine düşünen kafkaesklerin ve bilimum kemik çerçeveli gözlük takan, fularlı arkadaşların izlemesi tavsiye olunur. Tabi ki "bizim de entelektüel kaygılarımız var kardeşim" diyen film izleyelim mi görünümlü filmden sonra sevişkenlerininde izlemesinde bir mahsur yoktur.

    Film aslında Albert'in şahsında idam kararının meşruluğunu irdeliyor. Adalet düşmanlarımızı cezalandırdığı sürece mi varolsun, yoksa adaletin sembolü Yunan tanrıçası Themis kılıcını bize çevirmeden önce göz bağını bir aralayıp suçu işlediğimiz ruh halimize bir baksın mı? Bir anlık bir öfke patlamasıyla kimseyi öldürmeyeceğimizden bu kadar emin olduğumuz için mi vurun kahpeye. Ya şeytan doldurduysa, ya hiç aldatılmadığımız için hiç kıskançlık cinayeti işlemediysek, Ya hiç kimse sınanmadığı günahın masumu değilse ?  

-- spoiler içerir --

   Kariyeri boyunca 682 infaz gerçekleştirmiş bu ağabey. İnfazları sırasında yargılamıyor, düşünmüyor. Onun için tek önemli olan kurbanın boyu ve kilosuna göre doğru urganı seçebilmek.İnfaz sırasında o kadar duygusuz ki Albert, sanki kitaplıktaki bir raftan, kitap alıyor, sanki bir restoranda hesap ödüyor...Mahkumu tezkin etmek, ona acımak ya da suçun cezasını icra ederken adalet adına bir intikam duygusu beslemek Albert'e göre değil. Onun görevi, ipi çekmek ve en acısız şekilde infazı gerçekleştirmek. Tabutun içindeki insan hayalleri, hangi suçtan yargılandığı, ölümden korkup-kormadığı umrunda değil. Kendi tabiriyle içeriye girerken hapishane kapısının dışında bırakıyor Albert'i. Bu sayede işinde iyi bir kariyere kavuşuyor. Artık tüm İngilterede en hızlı infaz gerçekleştiren memur olarak anılıyor Albert. Tam o sıralarda 2. dünya savaşı sonucunda tüm dünyanın nefretini kazanmayı başaran onlarca üst düzey nazi subayı ingilterede yargılanıyor ve beklendiği gibi idam cezasına çarptırılıyorlar. İş, devletin bu konudaki en kıdemli memuruna veriliyor tabi ki. Çünkü tüm nazi subayları bir gün içerisinde gözlerinin içine en ufak bir merhamet belirtisi olmadan bakılarak infaz edilmeli. Albet bu olaydan sonra dikkatini çekiyor tüm ingiliz halkının. Bu olaydan sonra kahramanları oluyor.  Çünkü herkes nefret ediyor nazi subaylarından. Sonuçta düşman denen şey ölmesi istenen bir şey değil midir? Fakat aynı hukuk, aynı yargı bu insanların eşlerinin, oğullarının, komşularının idamına hükmedince İngiltere halkı idam kararının meşruluğunu tartışmaya başlıyorlar. Tabi fatura yine Albert'e kesiliyor. Dünün kahramanı bir anda günah keçisi ilan ediliyor.

-- spoiler --


Replik-i ala: " Onların tümünün öldürmek için insani nedenleri vardı. Şehvet, kıskançlık, nefret, kin gibi insana ait duygularla öldürüyorlardı. Ya ben, ben neden öldürüyordum? "