Yeşilçam v.s Hollywood; Round 1

Yazı dizisinin ilki olması hasebiyle şuraya bir giriş bırakayım. Malum uzun bir aradan sonra tekrar yazmaya başlamışken, şuraların iyice pasını, tozunu güzelce bir temizleyeyim sadece atölye filmleri ile sınırlı kalmayayım diyorum. O yüzden yeni bir yazı dizisine başlamaya karar verdim. Şimdi Dünya sinemasından önemli örnekler üzerinden ilerliyoruz ya, o garip, yokluklar, yoksulluklar içinde çeklimiş yeşilçam filmlerinin de hakkını yenmesi vicdanıma dokunuyor. Hey yavrum hey, heriflerin daha kıtası keşfedilmemişken, şimdi "Hollywood" tabelası astıkları tepelerde kızılderililer geyik avlarken, biz burada beyaz perdede Hacivat-Karagöz oynatıyorduk.Adamlar şimdi binbir dijital efektle sinema yapıp bizim sinemamızı beğenmiyor. Bir tek onlar olsa, içimizdeki irlandalılar da bunlara alkış tutuyor. Zoruma gidiyor arkadaş.   bu ne aymazlıktır, bu ne haddini bilmezliktir efenm, yedirmem size Yeşilçam'ı. O yüzden böyle dürüst, taraflı ve ahlaksız bir yazı dizisine başladım.






Şimdi bu abiler 1997'de Titanic diye batan geminin filmini yaptı. Film fena değil ama bunu bir abarttılar bir abarttılar sormayın. Hayır 1953'da, 1958'de, 1979'da zaten yapılmış bu Titanic'in filmi, tekrar ısıtıp ısıtıp  niye getiriyorsun abi önümüze. Neyse üzerine bir de 11 tane Oscar verdiler, bizde de 11 Oscar'lı film diye vizyona bir sürdüler, Millet salya sümük. Ben filmi televizyonda izlemiştim. O zaman Star TV'de parliament pazar gecesi sinema kuşağı vardı. Zaten memlekette 80'lerden sonra öğrencilerden başka sinemaya giden pek kalmadı ya, o aile sinemaları, yazlık sinema kültürü filan bitti. Dolayısı ile bizde bir film televizyona düşünce toplumdaki etkisini asıl o zaman görebiliyorduk. Arkadaş bu Jack'le, Rose'un aşkı ne olay olmuştu. Hele bir final sahnesi yapmışlar, Rose bir tahtanın üzerinde, Jack tahtaya tutunmuş yarıya kadar suyun içinde, ıslanmışlar, hava eksi bilmem kaç derece aşıklar son kez göz göze ve veda. Jack donarak ölüyor, Rose kurtuluyor... Ne acıklı bir final(!), göz yaşları sel oluyor. Sonra ergen kızlarımızın defter/kitap kaplamaları Leonardo DiCaprio çıkartmalarıyla dolduğu. milletin evinde muhabbet kuşlarının dişisine Rose, erkeğine Jack ismini verdiği, sahil kasabalarındaki sandalların tümüne istisnasız titanic ya da öztitanic gibi isimler verildiği tuhaf bir döneme girmiştik. Ama o James Cameron denen düzenbaz beni kandırabilir mi? Yer miyim lan ben, bakmayın böylefilm-milim işleriyle kafayı bozduğuma. Safa Önal'ın 1971 'de çektiği Bir Genç Kızın Romanı filminde Ediz Hun'un  da dediği gibi;  "Sokak serserisi değilim, yüksek mühendisim, seviyeli bir muhitin insanıyım" . Jack'de, Rose'da o tahtanın üzerine sığar, o tahta ikisini de taşır ve kurtulurlardı. Filmde pek ala mutlu bir sonla biterdi.  Fizik kanunları ışığında, matematik denklemleriyle ispatlı bir bilimsel açıklaması ahanda burada.

Haa siz illa öyle acıklı bir son istiyorsanız Kerem(Cüneyt Arkın) ile Ebru'nun(Filiz Akın)'ın Acı Hayat filmindeki aşklarına bakacaksınız. Sene 1973, Rejisör; Orhan Aksoy, Yapımcı; Türker İnanoğlu. Ekipte kimler var, kimler.Mürüvet Sim, Necdet Tosun, Sami Hazinses, Ekrem Dümer, Mümtaz Ener...Vay babayın kemüğne, yıldızlar geçidi resmen. Senin koca Titanic'le, milyonluk efektlerle yapamadığını adam 69 model Mercedes ile yapmış James Cameron efendi, sen de daha yönetmenim diye gez ortalıkta.

YEŞİLÇAM 1: HOLLYWOOD:0


Atölye-2: Gemilerde Talim Var..


Yönetmen: Sergey Ayzenştayn
Yapım: 1925, SSCB

  Mor ve Ötesi'nin vokali Harun Tekin'den dört beş sene sonra içine girdiğim bir "Bir derdim var artık, tutamam içimde"  haleti ruhiyesinin sonunda sarmıştım sinemaya. Daha doğrusu nasıl anlatırım derdimi derken, derdini anlatabilenlerin anlatım becerilerine hayranlığa evrildi hissi kalbel vuku'm. Onların ustalıklarını, inceliklerini temaşanın hazzının müptelası oldum zamanla. Nasıl yapar insan insana bunu derken, kendimi bir yığın okumanın, atölyenin, teknik teorik sinema derslerinin ortasında buluverdim. Bir yandan mühendislik fakültesi bitirmeye çalışırken, bir yandan üniversitenin güzel sanatlar fakültesinde kaçak olarak sinema derslerine devam ettiğim, zamanın yetmediği, enerjimizin taştığı güzel günler... Baya fakültenin asıl öğrencileri filan benden ders notları istiyor, adamları sınava filan ben çalıştırıyorum.alanın dışından birisi olarak biraz takdir, ilgi görünce ben daha da gaza geliyorum, daha bir dört elle sarılıyordum şu meseleye... Çabuk geçiyor cicim ayları. Farkında olmadan sanat kuramları, sinemadaki akımlar, çekim teknikleri, gösterge bilimin terimlere boğulmuş en ağdalı metinleri derken kafayı iyice kafayı bozmuşum. Sinemayla ilişkim ben farkında olmadan bir merak, bir ilgin çok ötesine geçmiş, artık bir saplantı boyutunda. Kimsenin izlemediği kıyıda köşede ne varsa izliyorum, minicik öğrenci notebook'umda film izlemekten gözlerim kan çanağına dönmüş, deneysel filmlerden saçma sapan ne varsa sırf bir şeyler kaparım diye mideme kramplar girerek izliyorum. Bu arada Allah affetsin dengem iyice kaymış durumda. Marjinal sol grupların, misyoner vakıflarının film gösterimleri, lgbt filmleri festivalleri, beyaz sinema kafasındaki islamcıların meclislerinde, feminist sinema etkinliklerinde, nostalji sinemalarında, deneysel sanat filmlerinin özel gösterimlerinde... içinde "film" geçen ne varsa oradayım. Baya klinik bir vaka olmuşum. Ama nereye gidersem gideyim özel, akademik, öyle eş dost cemiyeti atölyelerinde, politik sinemacılar, sanat sineması, gişe filmcilerinin dersleri nerede olursa olsun hepsi ortak bir kaç şey etrafında dönüyor. Potemkin Zırhlısı onlardan biri...

Ruhum tüm bu curcunanın içinde bir kabz haline son sürat koşturuyor. Yetmez gibi her gittiğim yerde Potemkin Zırhlısı ve ritmik mükererliğin verdiği o rahatsız edici hal. Damlayan musluğun bir süre sonra insanı bir cinnete sürüklemesi gibi. Her seferinde film hakkında birbirini tekrar eden sinematografik övgüler, analizler, nutuklar... Filmi izliyoruz, sonra durdurup durdurup bir daha izliyoruz, her sahnesi üzerinde gösterge bilimden, sembolizmden, marksist ideolojiden anlamlar, açıklamalar... Depodan bozma bir bodrum katı, güya bir derneğin toplantı salonu. Sigara dumanından sararmış projeksiyon perdesinde filmin en vurucu sahnelerinden "Odessa merdivenlerinde katliam" var. Gözlüklü yaşlı kadın, engelli adam, bebek arabalı anne her karakterin komünist ideolojide temsil ettiği sınıf hakkında dakikalarca konuşuyor hatip. Yok efendim kadının ölen çocuğunu kucağına alıp askerlere doğru koştuğu sahne Meryem-İsa tasviriymiş de, komünist rejimin karşı olduğu aslında insanların inançları değil, emeğin üzerine çıkan tüm sınıfsal düzenlermiş, tam tersi rejim kendine muhalif tüm değerleri çiğniyormuş, sanatçı bu sahnede bunu anlatıyormuş.


 En nihayetinde kaçınılmaz bir isyan hasıl oluyor bende. Hem de ne isyan, filmin esas oğlanı, o devrimin korkusuz kahramanı pos bıyık Vakulinchuk, benim isyanımı görse, Kemal Sunal'ın Süt Kardeşler filminde oynadığı bahriyeliye döner. Şimdi çoğu insanın sinema tarihinin başyapıtlarından saydığı bir eseri böyle sığ ve hunharca gömüyorum diye kızanlar olacaktır ama bir cinnet halinin tezahürüdür mazur görün. Hem benim derdim filmle değil ki, alaylı-mektepli farketmez, filmin sinema öğrenimiyle iştigal eden çevrelerde algılanış biçimiyle. Yoksa Ayzenştayn'a hürmetimiz sonsuz. Bugünün teknoloji nimetlerine rağmen sadece Odessa Merdivenlerindeki katliam sahnesine benzer bir sahne çekmeye kalksa, eline yüzüne bulaştıracak nice yönetmenler var.

Bence bir filmcinin başarısı anlatmak istediğini, anlatmak istediği kitleye ne kadar anlatabildiğiyle orantılıdır. Ya da onu filmi yapmaya iten hissiyatı, filmi izleyende ne kadar tezahür ettirebildiğiyle orantılıdır. Ben filmin bir içini dökme niteliği taşıdığı fikrine pek itibar etmiyorum. Öyle olsaydı filmin çekimi bittiğinde sinemacı için maksat hasıl olurdu. Ancak onu bir perdeye yansıtıyorsa, görünür olsun istiyorsa açıkca bir başkası üstünde tesir oluşturması beklentisi içerisindedir. Bu tesiri oluşturmayı umduğu kitlenin niteliği de zaten sanat sineması ile gişe sinemasını ayıran en temel fark değil mi? Yaptığı işe vesile olan hissiyatın güçlü estetik algısı olan, entelektüel gelişimine önem veren, rafine zevkleri olan insanlar üzerinde, ya da sadece hayata, filmi yapan kişinin bakabildiği noktadan bakabilen sınırlı bir kitle üzerinde bir tesir oluşturmasını istiyorsa sanat sineması yapıyor, bir bilete para verebilecek herkes üzerinde tesir oluşturmasını umuyorsa gişe sineması yapıyor.

Demem o ki, böyle inceliklerle dolu imgesel anlatım, daha önce denenmemiş kamera açıları ve planlarla anlatım bütünlüğünü koruyarak bir hikayeyi anlatmak şüphesiz Ayzenştayn'ın zekasının bir tezahürü. Ancak bu hikayenin tüm inceliklerini aktarabilmesi için bir tercümana ihtiyaç duyması bir eksiklik değil midir? Ya da o atölyelerde, sinema derslerinde sürekli konuşan fularlı abilerin, ablaların
bir kareden çıkardığı kendi öznel yorumunu, kabul görme içgüdüsüyle ya da çıkarımına destekleyici bir zemin olsun diye Ayzenştayn'a mal etmesi aşırı rahatsız edici değil mi? Yani Ayzenştayn gibi bir adamın bu kadar simgesel anlatım içinde boğulması bana tuhaf geliyor. Özellikle sınıfsal ayrımı reddeden halkçı bir ideolojiye hitap eden bir film yaparken.Zira halkın içinden, işçi sınıfından birisinde yukarıda bahsi geçen sahne "kadının ölen çocuğunu kucağına alıp askerlere doğru koştuğu sahne, bir Meryem-İsa tasviri olduğu, komünist rejimin karşı olduğunun aslında insanların inançları değil, emeğin üzerine çıkan tüm sınıfsal düzenler olduğu, tam tersi rejimin kendine muhalif tüm değerleri çiğnediğine dair bir düşünce uyandıramıyorsa o film olmamıştır. Sinemacı söylemek istediğini açıkca söyleyememiş, görsel imalarla boğmuştur.(Tıpkı benim sonu gelmez tamlamalarla şu an yaptığım gibi :)). Üstelik bu düşünce siz filmi ilk izlediğinizde oluşmuyorsa kafanızda, bunun oluşması için bir tercümana, filmi analiz edecek bir fularlı sınıfına ihtiyaç varsa, zaten  eylediğinizle söylediğiniz tam bir tezat içinde oluyor.

Şahsi kanaatim olarak ben, sanatın, sinemanın içinde de basit olanın mükemmel olduğuna inanıyorum. Öyle imgesel anlatımların altına gömülmüş fikirler ya da zorlama çıkarılmış anlamlar üzerinde yüceltilen anlatımlarda bir eksiklik var gibi geliyor. Ama anlatıcının, ama izleycinin eksikliği orasına vakıf değilim. Zaten anlatıcı ile, kitlesi arasında bir tercüman gerekliliği doğmuşsa zaten başlı başına bir sorun vardır. Burada izleyicinin özgür iradesi ortadan kalkmış, bu simgesel anlatıma, sembollere, komünist ideolojinin öğretilerine, bilgisine hakim bir tercümanın yönlendirmesine esir olmuş durumdadır.

Oysa ne diyordu zamanı mühürleyen abimiz; " Bazıları sanatın dünyanı daha iyi bilmemize yardımcı olduğunu söyler diğer herhangi bir entelektüel aktivite gibi. Bilmenin böylesinin mümkün olduğuna inanmıyorum. Ben hemen hemen bir agnostik sayılırım. Bilgi, hayattaki asıl amacımızdan bizi uzaklaştırır. Ne kadar çok şey bilirsek o kadar az şey biliriz. Derine indikçe ufuk çizgimiz daralır. Sanat insanın spiritüel yetenekerini geliştirir. İnsan böylece "özgür irade" dediğimiz şeyi kullanarak kendisini aşabilir."

En başta anlattığım o "bir derdim var tutamam içimde" halet-i ruhiyesinin,o sinemaya dair, teknik, terim, literatür bilgisi peşine düşerek nasıl bir kabz haline büründüğü ile ilgili süreç şimdi daha açık değil mi?