ATÖLYE-3; Ruhun Izdırap Hali...

Filmin Adı: La Passion De Jeanne D'arc , 1928
Yönetmen: Carl Theodor Drayer


Fazlasıyla gecikmiş bu yazı için öncellikle özürlerimi bırakayım şuracığa. Hayat bazen
kontrolünüzden çıkıyor ve planlarınızdan bir miktar sapma yaşayabiliyorsunuz. Ama mühim olan bu türbülansta tamamen savrulup, merkezi kaybetmemek, rotanıza, seyr-i sülukunuza geri dönebilmek... Öyle yapalım.

   Öncelikle bir çeviri hatasını düzelterek başlayalım. Orjinal adı ile "La Passion De Jeanne D'arc" dilimize maalesef Jeanne D'arc'ın Tutkusu olarak çevrilmiş. Ancak filmin geneline bakılınca "passion" kelimesinin İngilizce ve Fransızca'da da diğer anlamlarından biri olarak "ıstırap" kelimesi ile tercümesi daha isabetli olur bence. Elbette Jeanne'in derin bir tutku ile bağlı olduğu bir hakikat var ancak bilemedim yine de. Aynısını Mel Gibson'un 2004'te yaptığı "The Passion of the Chirist" için de yapmışlardı. Bak yine sinirlendim, bir ara bu sinema ve çeviri hadisesi ile ilgili de bir çemkireyim fırsatını bulunca. Kalemimiz yerinde klavyemiz, demli çayımız ve ıstırabımızı da yerine koyduktan sonra yazalım artık. Ne diyordu Hikmet Benol; "yazalım albayım, işte kalem, işte ıstırap"

Filmin öncelikle hikayesi ile başlayalım. Rivayete göre filmin orjinal kopyası bir yangında kül olmuş.(ki nedense bu filmin kopyasının yangında kül olması klişesi de bitmedi gitti dediğinizi duyar gibiyim, bir ara benim de kafama çok takılırdı, çözdüm). Tabi o dönemin film/sinema teknolojileri konusunda biraz araştırma yapınca olay aydınlanıyor. Sinema ve fotoğraf tarihinin ilk yıllarında film şeritleri nitroselülöz adı verilen özel ve aşırı yanıcı bir maddeden imal edilirmiş, Tabi sinemalarda kullanılan filmi perdeye yansıtan makinelerde sinevizyon mantığı ile film şeridine güçlü bir ışık yansıtarak perdeye düşmelerini sağlıyor. Ancak o yıllarda makinelerin içinde şimdiki gibi güçlü projeksiyon ampülleri yok, ışığı bildiğimiz kömür ateşiyle sağlıyorlar. Yani dolayısı ile ateş ile barut yanyana. Bir süre sonra makine içinde sıcaklık aşırı artıyor ve film şeridi birden parlıyor ve alev alıyor. İşte bu durumdan kaynaklı olarak sinema sanatı ilk eserlerinden nice kurbanlar vermiştir. Hatta sinemada mola verilmesi hadisesi de bu açmazın sonucunda ortaya çıkmış. Kocaman tek bir makara yapınca şerit, ateşe iyice yaklaşıyor, uzun süre gösterimde makinedeki sıcaklık aşırı artıyor ve film şeridi alev alıyor. Bu nedenle filmi iki parça halinde makaralara kaydediyorlar. İlk perdenin sonuna kadar aşırı ısınan makara çıkarılıp, ikinci perdede soğuk olarak bekleyen makara takılıyor. Tabi daha sonraları bu mola durumu bir kültür haline geliyor. İşte tam da bu yüzden  Inglorious Basterds/Soysuzlar Çetesi'nde Shoshanna Dreyfus nazi dolu sinema salonunu film şeritleriyle ateşe veriyor.

 Bu genel kültür bilgisini de şuraya iliştirdikten sonra filmimize dalıyoruz. Filmin çıkış noktası Paris'te bulunan Fransız ulusal kütüphanesinin depolarında tesadüfen bulunan bir mahkeme tutanağı kaydına dayanıyor. Evet, 15.yy'da yaşanmış, kulaktan kulağa efsaneleşerek anlatılan hikayenin kahramanı ve engizisyon mahkemesinde yargılanışı ile ilgili orijinal kayıtlar hala mevcut. Hatta filmin ilk sahnelerinde bu kayıtların görüntülerini de bulabilirsiniz. C.T Drayer'in bu kayıtlardan yola çıkarak çektiği filmin orijinal kaydı bir yangında kül olup gidiyor, Drayer, filmin kopyasını da bulamıyor. Yapım şirketine de "abi o kadar para döktünüz ama ben onu kaybettim yhaa" diyemiyen Drayer filmin negatiflerinden alelacele yeni bir montaj yaparak yapım şirketine kakalıyor ve film o şekilde dağılıyor. Taa ki seneler sonra 1981'de filmin ilk orijinal halinin kopyası, Danimarka'da bir akıl hastahanesinin kütüphanesinde ortaya çıkana kadar. bir film tutkunu olan Akıl hastahanesinin başhekimi hastalarına izletmek için geniş bir koleksiyon toplamış, bu kopya da nasılsa o koleksiyonun arasına girivermiş. Mucizevi bir olay neredeyse. Daha sonra bu versiyon restore edilip izleyiciye yeniden sunulmuş. Daha sonraları Jeanne Dar'c ile ilgili bir çok yönetmen bir çok film çekti ama sanırım hiçbiri bir ruhun ızdırabını Drayer kadar yalın ve gerçekçi işleyemedi ya da başrol oyuncusu Maria Falconetti'nin oyunculuğunun üzerine çıkamadı.

 19 yaşında bir genç kız, Jeanne... Belki meczup, belki mecnun tutkuyla bağlı olduğu bir takım hakikatler var. Ruhu bu hakikatlerin ağırlığı altında ızdırap içinde. Kendilerini Tanrının kurallarının yeryüzündeki savunucuları ilan etmiş, daha doğrusu Tanrıya ve ölümden sonraki hayata dair her şeyi zimmetine geçirmiş, bir başkası ile de bu ayrıcalığı paylaşmaya niyeti olmayan bir topluluk karşısında...Sırtında duran hakikatin ağırlığı altında ne yapacağını bilemez halde. Hani "Hakikat ağırıdr, acıdır, batıl caziptir" diyordu ya H.z Ömer. Jeanne'in durumu biraz öyle bence. Zaten film boyunca da Jeanne'in söylediklerini ciddiye bile almıyor, alay ediyorlar. Ancak Jeanne ne zaman kilise olmadan da cennete gidebileceğini, bunun için kiliseye ihtiyaç olmadığını söylüyor. İşte o zaman hiddetleniyorlar. Çünkü mesele 19 yaşında yarı meczup bir kızın kendini azize ilan etmesi değil, Kilise'nin otoritesini reddetmesi... İnsanların kiliseye ihtiyaç olmadan da hakikate erişebileceklerini savunması. Yani yargılanan aslında Jeanne'in Tanrı hakkında hissettikleri değil, kilisenin yozlaşmış varlığına olan isyanı. Yargıçların, rahiplerin işte buna tahammülü yok. Belki kalabalıklar önünde bunu iddia eden bir kafirin idamı, bir daha böyle bir cüret göstereceklere verilecek en güzel gözdağı... Ancak Krallığı dahi kutsamış, askerleri, yargıçları vaazlarıyla emrinde tutan, hizaya çeken engizisyonun karşısında tek varlığı mevcudiyeti olan ve bunu da inandığı hakikat uğrunda esirgemeyen Jeanne'in, son bulan varlığı bambaşka bir hikaye bırakıyor topluma. Gücün, iktidarın karşısında, sırtını yalnızca inandığı hakikate vermiş safiyane bir iman... Ruhunun duyduğu ızdırap bir cadı gibi idam edilme korkusundan değil muhakkak, kendilerine din adamı diyenlerin bile anlattığı hakikati anlayamamasından... Fıkıh, teoloji belki farklı yorumlar sunabilir, belki benzer bir çıkışı islam fakihleri de kafir ilan ederdi. Ama mesele Jeanne'in inandığı şeyin dini açıdan hakikatle münasebetinden ziyade, onun kendi hakikatine olan bağlılığı... Ya da kilisenin ilan ettiği hakikate nazaran daha safiyane ve temiz oluşuyla ilgili. Tam tarif edilemeyen bir durum. Belki de bir başka bir Hallac-ı Mansur yorumu.

Bunu anlatırken gayet yalın, sade, sadece suretlere yapılmış yakın çekimlerle Jeanne'in ruhundaki ızdırabı nasıl midenize giren kramplara dönüştürebildiği ise tam olarak sinemanın büyüsü. Film insan portresinin, makyajsız bir insan suretinin bir ruhun ızdırabını ne kadar kusursuz sunabildiğini gösteren, ilk olarak gösteren bir başyapıttır film. Yıllar sonra İngmar Bergman'ın dediği gibi "Sinematografi insan yüzüdür." bu film ise bunu belgeler nitelikte.