Aman Lütfü Bey Her İnsan Biraz Delidir.


Film : Deliler Koğuşu
Yapım: 1981, Türkiye
Yönetmen/Senarist: İhsan Yüce
Oyuncular: Baykal Kent, Müjdat Gezen, Münir Özkul, Adile Naşit, İhsan Yüce, Suna Pekuysal, Mete İnselel

 "Deliler ve dahiler arasında çok ince bir çizgi vardır" diye bir laf etmiş birisi zamanında. Mevzu delilik olunca çok sık duyuyoruz bu lafı, zaten birazdan derinine dalacağımız filmin başında da değiniyor buna. Üstelik insanlığın komple hipermetrop olduğu bir çağda bu çizgiyi seçebilmek, kimin akıllı kimin deli olduğunu ayırt etmek daha zor. Gözlerin bozulacak kalk o bilgisayarın başından diyen annelerin sözünü dinleyecektik bak, çok yanlış yaptık o konuda. Bir de telefonlar var şimdi, tabi gözler bozulur. Neyse merak etme sen anne, aynı teknolojik gelişmeler lazer ameliyatını imkanı da sunuyor bize.

  Bir süredir dahilik ve delilik arasındaki çizginin mahiyeti hakkında kıvranıp duruyorum. Nasıl bir çizgi bu? Böyle dikine uzanıp gidiyor mu öylece, kalın mı, ince mi? En azından üzerinde bir insanın durabileceği kadar var mı mesela? Öyle bir durum varsa, deliler ve dahiler dışında, çizgi üzerinde duranları kapsayan ayrı bir sınıf tanımlamak zorunda kalırız, o yüzden soruyorum. Ya da böyle düz bir doğru olarak uzanmıyorsa, ne kadar kıvrılıyor. Bir çember oluşturur mu mesela? Oluşturursa deliler mi dışında çemberin, dahiler mi? Hani bilelim de ona göre davranalım. Ya içine girelim çemberin, ya dışında yer alalım. Kendimiz içeride oluruz da, kafamız dışarıda kalır Allah muhafaza sonunda çaresi yok kardeşim, her akşam böyle içip kederlenip mutsuz olacağımız bir Yeni Türkü (tıkla yazı boyunca eşlik etsin) Trajedisine dönüşür mevzu. Nuri Bilge'nin Anadolusunda Bir Zamanlar, ne diyordu Arap; "dairede duracaksın, merkezi  kollayacaksın. haa çember olsa olmaz mı? olur, o da olur. Fakat yerinde ve zamanında." O yüzden önemli yani.

  Filmimize gelecek olursak, ki nihayet gelebildik, burada iniyoruz, geri kalan yola atlarla devam edeceğiz. Ne diyorduk, filmimiz(aslında İhsan Yüce'nin filmi, üzerinde hukuki bir hak talep edemeyiz yani) Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastahanesinde, her biri şiddetten, yoksulluktan, aile baskısından, tacizden, tecavüzden, bağımlılıklarından dolayı travmalar yaşamış ve bunun sonucunda 22-A koğuşunda buluşmuş delilerin etrafında geçiyor. Zaten daha bu noktada klasik Yeşilçam konseptinden fazlasıyla kopan filmin, 80 darbesinin hemen ardından, sıkı yönetim koşullarında idam kararlarının, fişlemelerin, yurttaşlıktan çıkarmaların havada uçuştuğu en akıllıların dahi ne olduğuna akıl erdiremediği bir dönemde çekildiği bilgisini de ekleyelim. Sonra, filmi izlerken hastahane odasında, Türk bayrağının bir yanında Atatürk resmi dururken, diğer tarafında asılı olan asker üniformalı kim demeyin. Hazır mevzu politik bir zemindeyken, atları da ürkütmeden, buna değinmeden geçemeyeceğim; filmden ve darbeden çok sonraları politikada adını sıkça duyacağımız çeşitli hükümetlerde bakanlık ve Ajda Pekkan'ın sevgilisi olarak magazin gazetelerinde kapaklık yapmış, aynı zamanda bir nöropsikyatri hekimi olan Yıldırım Aktuna, filmin çekildiği dönemde Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastahanesinin başhekimi olarak hem çekim sürecinde, hem senaryo aşamasında İhsan Yüce'ye epey destek olmuş. Zaten filmin başında da özel bir teşekkür edilmiş kendisine. Neyse filmin spoilerlı kısmına az kaldı atları burada bağlayıp kalan yolu yaya olarak yürüyeceğiz.

 Delilerimiz Hamlet Kamil, Kız Ali, Şirret Zarife, Mucit Edison, Evde Kalmış, Kraliçe, Başbakan, Tombiş, Van Gogh Kazım'ın dış dünya ile tek bağları öğle araları izledikleri televizyondur. Bu yüzden onlar için televizyon bütün o travmaları, kötü şeyleri yaşadıkları dünyayı temsil etmektedir. Eğer televizyonu düzeltebilirlerse dünyayı da düzeltebileceklerini düşünürler. İçten içe, en azından televizyonu izleyen diğer insanları, kendi başlarına gelen şeylerden koruyabileceklerine inanırlar. Bunlar deli tabi ki, biz aklı selimler gibi kendilerine dayatılan saçma programları hem yerden yere vurup, hem de "yok yeaa izlemiyorum öyle ses olsun diye açtım" diyerek izleme samimiyetsizliğini göstermezler. Ya da oturduğu yerden laf kalabalığı bir eleştiriyle kabullenmezler. İşte aradaki ince çizginin kalktığı nokta da burası.  Bazen tüm detayları düşünüp hiçbir şey yapmamaktansa, çok kafa yormayıp eyleme geçmek daha iyidir.

                                                         -----   spoiler -------

İşte bizimkiler de Hastahaneden firar ediyor, gidip TRT binasını basarak canlı yayının kontrolünü ele geçiriyorlar. Canlı yayında:

Hamlet Kamil: "Bugüne kadar dünyanın en iğrenç, kalitesiz, bir ilkokul müsameresinden ileri gitmeyen, her türlü sanattan yoksun bir takım filmler seyrettiniz artık bunlara paydos! Bütün dünyanın takdirle seyredeceği programlar yapacağız, halka saygılı olacağız. Çünkü televizyonu artık ben idare edeceğim, karşınızda televizyonun yeni genel müdürü Hamlet Kamil var."

Şirret Zarife: Peki bu banka reklamları ne olacak hı, n'olcak ? Delirttiniz bizi, delirttiniz be! Millet boğaz derdinde, arttırmadığımız paraları mı yatıracağız? Programın yarısı banka reklamı be, yok süper sistem, yok hızlı muamele, yok en iyi banka... Evet demeye hazır mısınız, bilmem ne. Birbirinizden farkınız yok. Hepiniz aynı boksunuz işte. Bir ayakkabı kaç para ha, kaç para? Yüzde elli  faiz verir misin bu ayakkabıya.

Hamlet Kamil: Seni reklam müdürü yaptım Zarife, Banka reklamlarını da kaldırdım.

Sevimli Bakire(Adile Naşit):  Ben daha çok çocuk programı isterim. Ne annemden, ne babamdan şevkat görmedim. Hiç masal da dinlemedim. Tombiş'ten çocuğum olunca bari o dinlesin.

Hamlet Kamil:  Olur. Seni de çocuk programı müdürü yaptım. Her gün uykudan önce çocuklara sevgiyi öğret.

Not: Sanırım bu diyalog Adile Naşit'in TRT'de yatmadan önce çocuklara masal anlatma fikrinin ilk ortaya çıktığı yer. Filmden sonra Adile Naşit TRT'de uzun yıllar süren kuzucuklarına yatmadan önce masallar anlattığı bir program yapmaya başladı.

  Filmin zirveye çıktığı bu sahne arabesk temalı filmlere, arabesk müziğe televizyonda uygulanan sansüre, sinemada Türkan Şoray kuralları olarak bilinen aktrist kurallarına yapılan göndermelerle devam ediyor. burdan...

 Sadece bu diyaloglar bile filmin ne kadar zamanının ötesinde olduğunu göstermek için yeter de artar. Hem de sıkı yönetim koşullarında, devlet televizyonunda...

                             ----         spoiler     sonu    --------

  Filmde eksik bulduğum tek nokta tanrı inancı ve dindarlığın abartılı bir biçimde sanki bir canavarmış gibi tasviri ile ilgili. Zaten filmi izleyince göreceksiniz, karakterler sürekli tanrı/yaratıcı(artık düşünceniz nasıl adlandırıyorsa) hakkında rahatsız edici, küçümseyici bir tavır içerisinde. Yanlış anlaşılmasın, zaten düşünce evreni farklı olan karakterlerin bizim gibi bir tanrı tasavvuru olmasını beklemiyor insan. Onların tanrıyı algılayış biçimleri, onunla ilişkileri bize ne kadar alaycı, yanlış gelse de senaryo içerisinde değerlendirildiğinde çok rahatsız edici değil. Fakat senaryo içinde neredeyse tüm karakterleri akıl hastahanesine sürükleyen travmalarının arkasına dindarlıkla ilgili bir hikaye iliştirilmesi senaryoyu gerçekten uzaklaştıran, en azından senaryonun kalitesine gölge düşüren ideolojik bir tavır olarak göze batıyor. Ya da benim bugün alınganlığım üzerimde, neyse...

 Böyle delilik ile dahilik arasındaki çizginin iyice silikleştiği seçilmez hale geldiği Lars Von Trier'in Idioterne' i var bir de. Orada işler biraz daha karışık, Trier'in tarzı filan da girince işin içine acayip bir hal alıyor. Şimdi ona da dalarsak iş epey uzar. Hem şarkınızda bitmiştir şimdi sizin. Üstelik bazen hepimizin gözlerinden, deliler doluşmuş bakmıyor mu birer birer...Çalsın.

Bir Halep Türküsü...






















*filmden o eski Halep'e dair bir kare


Film: Bab El Makam
Senaryo/Yönetmen: Mohamed Malas
Yapım: 2005, Suriye

   Bab el Makam ya da diğer adı ile Passion, Suriyeli yönetmen Mohamed Malas tarafından 2005 yılında çekilmiş. Film temelde kadına şiddete dikkat çekmek amacıyla ortaya konmuş olsa da, şimdilerde bir harabeye dönmüş ve muhtemelen bir daha asla o güzel , kadim görüntüsünü göremeyeceğimiz Halep'ten manzaralar taşıyor. Üstelik Suriye'yi iç savaşa taşıyan olaylardan da küçük küçük sinyaller görmek mümkün. Bu yönleriyle başlı başına tarihsel bir özelliğe sahip olan filmin hikayesi de samimi, naif, hayatın içinden... Henüz savaşın bir ihtimal dahi olmadığı güzel günlerden, Halepli bir ailenin mütevazı hayatlarından, küçük mutluluklarından, umutlarından izler taşıyor. Halep'te acıların satır aralarında kaybolduğu, şiddet ve gözyaşının beşiği olduğu bugünlerde, bir zamanlar oralarda böyle hayatların var olduğu gerçeğini yüzümüze bir kez daha çarpıyor. Filmin açılış sahnesinde ana karakter Imane'nin şehrin ışıklarına bakarak "Allahım, Halep ne kadar da değişti" dediği ve ardından güneşin Halep'in o eski ve güzel olduğu günlerine doğarken tüm endamı ve ihtişamı ile göründüğü o sahneyi defalarca başa sarıp, tekrar tekrar izlemekten kendinizi alamayabilirsiniz.


-SPOİLER-

  Suriye, henüz kendi felaketine sürüklenmemiş fakat yıllar öncesinden küçük küçük kıvılcımların her yerde görülmeye başladığı bir yer.  Imane, tüm bunların ortasında, Halep'te vasat sayılabilecek bir hayat süren 30 unda, tutku dolu bir kadın. Çocukken ona şarkılar söyleyerek büyüttüğü, çok sevdiği küçük kardeşi Rashid, Esad karşıtı gösteriler yüzünden cezaevine girmiş. Rashid'in karısının henüz bebek sayılabilecek yaşta çocuklarını terkedip başka bir adamla gitmesiyle, Imane kendi çocuklarıyla birlikte yeğenlerine de bakmaktadır. Imane tıpkı kardeşi Rashid'i büyüttüğü gibi onun çocuklarını da şarkılar söyleyerek büyütüyor. Ancak Imane'nin ailesi, Esad rejimine ve kadını yok sayan katı ortadoğu geleneklere sıkı sıkıya bağlıdır. Bu yüzden de Esad'a muhalif gösteriler yüzünden hapse atılan, Imane'nin küçük kardeşi olan Rashid'i aile için bir utanç kaynağı olarak görmektedirler. Rashid'in hapse düşmesine neden olan fikirlere kapılmasında Imane'nin kocası Adnan'ın da etkisi olduğunu düşünürler, üstelik kocası Adnan'ın, Imane'ye bu kadar serbest bir hayat tanımasını da kabullenememektedirler. Zaten Imane'nin Adnan ile evliliklerine en başından beri onay vermemişlerdir. Tüm bunlar bir araya gelince başta amcası Abu Sobhi olmak üzeres ailesi, her fırsatta Imane üzerinde baskı kurmak, ona eziyet etmek isterler. Imane ise tüm bunların ortasında şarkılar söyleyerek var olmaktadır. Kardeşi Rashid'e plaklar doldurarak gönderir, bütün gün taksicilik yaparak eve yorgun argın dönen kocası Adnan için şarkılar söyler, bütün gün çocukları ve onlarla birlikte büyüttüğü Rashid'in kızıyla evin içinde şarkılar söyleyerek ev işlerini yapar. Bir gün Adnan'ın, eşine Mısırlı diva Ümmü Gülsüm/Umm Kulthum'un kasetini hediye etmesiyle,  Imane'nin şarkı söyleme tutkusu başka bir boyuta evrilir. Bu sesin söylediği şarkı onda, o güne kadar yüreğinde hiç hissetmediği duyguların kapılarını açar. Hayatına başka bir renk gelir Imane'nin, her şey daha anlamlı olur. Gün bir başka doğar o kadim şehirde, akşam vakti Halep'in ışıkları bir başka parlar Imane için. Ümmü Gülsüm/Umm Kulthum'un çöl güneşinde kavrulmuş sesi ile adeta Imane yeniden doğar. Imane ailesinin tüm baskılarına rağmen, artık en büyük tutkusu Halep'in tarihi çarşılarında Umm Kulthum kasetleri aramak olan, evde onun şarkılarını onun gibi söylemeye çalışan hayat dolu bir kadına dönüşmüştür. Fakat  bu peri masalı bir engel çıkmadan böyle sürüp giderse drama sanatına çok ayıp etmiş oluruz değil mi?

-SPOİLER SONU-


























  Film boyunca Imane'nin Halep'in eski pasajlarında Umm Kulthum kasetleri aradığı sırada, eşi Adnan'ın taksisiyle ekmeğini kovaladığı anlarda kadim şehir Halep'e dair çok güzel görüntülere şahit olabilir. Şimdi kimbilir hangi ülkede mülteci olan Suriyeli oyuncu Houda Rokbi'nin güzel sesinden Halep üzerine Umm Kulthum şarkıları duyabilirsiniz.

Özellikle savaştan sonra pek Suriye sinemasına ait film bulunmuyor. Ancak bu filmi Youtube'da bulabildim. Film şimdilik yalnızca ingilizce altyazılı olarak aşağıdaki bölümden youtube üzerinden izleyebilirsiniz.Vaktim olursa belki Türkçe altyazılı halini hazırlarım, (Sol tarafta bulunan "iletişmek şeysi" bölümünden altyazı talep edebilirsiniz)




  Aşık Garip'in şiirlerinde dediği gibi

İşte geldim gidiyorum
şen kalasın Halep şehri 

Şuraya bir de Umm Kulthum seçkisi bırakalım.Buyrun.

Topyekün cinnet-2: Freak Show neden bu kadar çok izlenir?

   Bir önceki yazıda televizyonculuk litaratürüne "Freak Show" olarak geçen, tam karşılamasa da Ucube Şovu olarak Türkçeye çevrilebilecek bir format türünden bahsetmiştik. Bu bölümde, insanların zaafları ve kusurlarını ön plana çıkarmayı hedefleyen ve bundan bir eğlence devşirmeye çalışan bu formatın neden ilgi gördüğünü yine başka bir film analiziyle inceleyeceğiz.  



Film: EV
Yapım:  (2010) Türkiye
Yönetmen : Caner Özyurtlu, Alper Özyurtlu

Film, bir dönem ülkemizde de yayınlanan ve Avrupa'da Big Brother olarak bilinen bir yarışma konsepti üzerine kurulmuş. Filmin hikayesi kendisine izletilen reklamlar karşılığında büyük şirketlerin, kanallara ödediği paradan hakkını isteyen marjinal bir izleycinin yarışma evinin ve canlı yayının kontrolünü ele geçirmesi ile başlıyor. Tıpkı Saw serisinde olduğu gibi karakterimizin, kurduğu psikolojik oyun düzeneği ile insanlara göstermek istediği şeyler var. Yalnız bizim yerli testeremizin tarzı biraz farklı. Oyunu evin içindeki yarışmacılarla değil, o yarışmacılara role girme gereksinimi hissettiren ekran karşısındaki toplumla oynuyor. Çünkü burada reklamın varlığının, içeridekilerden çok EV’in dışındakilerle ilgili olduğunu biliyor. Aslında bir televizyon kanalı yaptığı programla kendine bir miktar bağımlı yaratıyor ve onları birkaç saatliğine esir aldığını reyting verileriyle tescilledikten sonra, reklam şirketlerine; "elimde şu kadar kölem var, hanginiz daha fazla para öderse, kölelerimi ona satarım, onun reklamlarını izletirim" diyor. O yüzden Ev filmi; televizyon, internet ya da kendi kontrolünde olmayan bir kurmacanın bağımlısı olan herkesi, aslında bu modern(!) çağda, kendi rızasıyla reklamların köle pazarında satılığa çıkarılan insanlar olduğu ile yüzleştiriyor. Peki bu milyonluk köle ticaretinden, para transferlerinden izleyiciye düşen pay ne? Kirlenmenin güzel olduğunu sanan ve kirlendiği için tükenen enerjiden, tükenen doğal kaynaklardan ve sebep oldukları israftan habersiz, neden o marka deterjanı almadığımızı merak eden çocuklarımız, hangi dondurmanın siyah spor arabamız varmışcasına bize statü(!) kazandırdığını bilen arkadaşlarımız, zaten en başta siyah bir spor arabamız olması ile statü kazanacağımız inancı kalıyor bize. Bu yüzden geleneksel bir şerbetin nasıl yapıldığını bilmek yerine, aynı anda dünyanın bir ucunda thanks giving ziyafelerini, diğer ucunda ramazan sofralarını şenlendirebilen o çok fonksiyonel içeceğin markası ezbere biliyoruz. Mesela televizyon başında geçirdiğiniz vakit nedeniyle bir yerlerde bir selama ihtiyacı olan arkadaşlarımıza pek güven vermediğimizden, başımız sıkıştığında onları arayıp borç istemeye yüzümüz olmuyor. Büyük ikramiyeyi kazanan 06 Setenay’da kazandığı paradan bize borç vermeyeceğine göre durumumuz kötü. Neyse ki biz Setenay’ın zafere giden yolculuğunu izlerken arada, yüzde sıfır nokta bilmem kaç faizle hangi bankadan ihtiyaç kredisi alabileceğimizi öğrenmiş oluyoruz. Yoksa ne yapardık!

  Bu modern köle ticaretinde asıl hatanın oyunun içindekilerden çok toplumda olduğunu belirtmiştik. Zaten bir repliğinde anti-kahramanımız yarışmacılara “suç sizde değil” diyerek bunu vurguluyor. İzleyici de tam olarak bu mücadeleden besleniyor. İşte burada sinema dilindeki çatışma, climax gibi kavramlar da olayın bir mücadele üzerine bina edildiğini tescilleniyor. Mesela siz hiç aslanların sadece güneşlenip, dolaştığı bir vahşi yaşam belgeseli gördünüz mü ya da zebraların sadece otlandığı ve aheste aheste uzaklara göç ettiği bir belgesel ? Muhtemelen sıkıcı gelirdi. Çünkü ruhumuzun derinliklerinde aslanlardan, timsahlardan kaçan, onlarla boğuşan zebralar görmek isteyen ve bunu izlemekten zevk alan vahşi bir dürtü var. İşte suç bu yüzden bizde. Mesela birisi, sokakta iki kişiyi kazanana bir miktar para vaadederek  kavga ettirse… Etik denen şey en başta başka bir çok yöntemi varken o parayı kazanmak için öteki ile kavga eden insanı suçlar. Üstelik zaten daha kavga başlamadan duyarlı toplum(!) kavga edenleri ayırır, insanları para için kavga ettiren o adama tepki gösterirdi. Çünkü aslında para için kavga eden iki insandan daha çok, onların kavga ettirilmesi çirkin olurdu. Fakat bu normal bir toplum için böyle. Tam bir cinnet halinde yaşayan ve Ucube Şovları izlemekten hastalıklı bir zevk duyan bir toplumda kimse o kavgayı ayırmaz. Tam tersine onlara seyirlik bir kavga sunan adama ve yeni kavgalar düzenlemesi için para bile öder ve  kavganın etrafına toplanıp "vur, vur" diye tempo tutar. İşte kanalların freak show konseptli programlar tercih etmesinin altında yatan mantık bu. bir grup insanı bir evin içinde küçük bir miktar para vermek vaadi ile kavga ettirirken, etrafta o kavgayı izleyenlerden çok daha fazlasını kazanıyor. Reyting oranları da tam olarak kavganın etrafına toplanıp   “vur, vur” diye tempo tutan insanların sayısını gösteriyor.

 Filmde anti-kahramanımız Ev’de yaşananların aslında, etik ve ahlak dışına çıkmayan, şiddet içermeyen bir kafes dövüşü olduğunu göstermeye çalışıyor. Kafes dövüşü, fiziksel bir şiddet içermediği toplum bundan çok rahatsız olmuyor ve vicdanını aklayabiliyor. Bu noktada ana karakterimiz, evin ve canlı yayının kontrolünü ele geçirmesi ile birlikte bu kafes dövüşünün gerçek kurallarıyla yapılmasını istiyor. Yani herkesin üzerine geldiği evin en küçüğü, aşırı duygusal 14 Yiğit, ona destek olan, dünyayı görmüş, gezmiş dolaşmış insan sarrafı abisi 01 Taner, Ev’in içinde her şeyi dengede tutmaya çalışan, ev geçimi konusunda profesyonelliğini bizden esirgemeyen ve evlat hasretini her saniye gözümüze sokan babacan karakter 04 Oğuz, Ev’in temizliği, tertibi düzeninden sorumlu anaç karakterimiz 15 Şenay, sevgi ikonumuz ve dünya barışımız 06 Setenay, Ev’in hırçın, güzel kızı 12 Vildan’dan oluşan sözde aile, aslında yukarıda bahsedilen para için kavga ettirilen insanlar metaforunda kavga tutuşan insanlar ve seyircileri de ekran karşısında onları izleyen bizleriz.  Onların birbirlerine karşı cinayet teşebbüsleri, birbirlerini eleyip büyük ödülden ve onunla yapabilecekleri hayallerden mahrum bırakmak suretiyle gerçekleştiğinden, toplumun ve hukukun gözünde meşru.  Birbirlerini öldürmek için kullandıkları silahlar tamamen insan ruhunun reaksiyonları arasından seçildiği için yasal bir tedbir gerektirmiyor. Biri duygusallığı ile, diğeri dişiliği ile, öteki evlat özlemi çeken iyi aile babası olmasıyla diğerini öldürmeye çalışıyor. Daha kötüsü onları izlerken duyduğumuz haz, insanları duygularını kullanmak konusunda daha da teşvik ediyor, cesaretlendiriyor. 

  Aslında doğa belgesellerinin masum, asıl insan ruhunun mücadelesini konu alan bu Big Brother, Kıyafet/Tarz yarışmaları, Evlilik programlarının "vahşi" olduğu gerçeğiyle yüzleşmek için özellikle yapımların televizyonları yoğun olarak işgal ettiği bu dönemde mutlaka izlenmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum. Filmi izledikten sonra en azından yarışma programlarını bir de bu gözle bakmanızı tavsiye ederim. İyi seyirler…

TOPYEKÜN CİNNET: UCUBE ŞOVLARI

Türkçeye ucube şovları olarak çevirebileceğimiz Freak Show kavramsal olarak 16yy. da ortaya çıkmış bir gösteri türü. Bu türde; çeşitli anatomik bozuklukları ya da anormal hastalıkları olan insanlar, birer ilginçlik(!) unsuru olarak sirklerde sergilenirmiş. Genelde belirgin fiziksel etkileri olan, genetik ya da hormonal bozukluklardan müzdarip aşırı uzun boylu dev ya da cüce insanlar, sakallı kadınlar, albinolar insanlık tarihinin utanç kaynağı sayılabilecek insanat bahçelerinin en popüler türleri. Hatta bir kaçı epey meşhur. David Lynch'in Elephantman filmine konu olan John Merrick, dünyanın en uzun yaşayan insanlarından biri olarak kabul edilen 157 yıl yaşamış milli değerimiz Zaro Ağa, genetik olarak tamamen pigmelerden oluşan Kongolu Mbati kabilesinden Ota Benga hayat hikayelerini okumanızı tavsiye edebilecekerimden bazıları. Her yönüyle insani değerleri ayaklar altına alan, insanlık onurunu çiğneyen bu eğlence kültürü, zaman içerisinde yok olsa da, insanlar olarak başka insanların zaaf ve kusurları ile eğlenebilme potansiyelimizin keşfedilmesiyle bu durum eğlence sektöründen para kazanan simsarlara ilham olmuştur.

    Eğlence kültürü boyut değiştirip, televizyon denen kutu işin içine girince şekil itibarı ile bazı değişiklikler yaşansa da, anlayış aynı kaldı. Çünkü seyirci pozisyonunda duran insan hiç değişmedi. Tür olarak başkalarının zaaflarından, onları rencide eden eğlence anlayışından, kendi canını riske atmadan ölümüne bir kavgadaki zaferi tatma arzusundan, yani bir arenada gladyatörlerin birbirini öldürdükleri dövüşleri izlerken hissedilen ilkel ve hastalıklı zevk dürtüsü içimizde bir yerde aynen duruyor. 

  70lerin ortalarında Amerikan telvizyonculuğu insanın içindeki bu vahşi dürtünün gücünü kullanarak yeni bir program formatı devşirdi. Bu formatta, açık açık fiziksel kusurlu insanları sergilemek, bir ring dövüşü kurgulamak yerine yeni insanat bahçelerini, arenaları duygusal olarak, psikolojik olarak zaafları bulunan insanların etrafında kurguladı. Popüler olan bu format kısa süre içinde tüm dünyaya yayıldı. Televizyonculuk litaratürüne de aynı adla geçti üstelik; "Freak Show"

   Ülkemizde de bol miktarda bulunan ve toplam izlenme oranlarını domine eden ego savaşları üzerine kurulu evlilik, eş arama, gelin evi/damat evi, benim kıyafetim daha güzel, ıssız adada hayatta kal, evde en son sen kal gibi bir çok türü bulunan sözde yarışma programları, yaşadıkları travmalarla normal karakterlerinin dışında davranmaya başlayan insanlar  üzerinden kurulan kayıp bulma, evden kaçana ulaşma reality şovları Freak Showların en somut örnekleri olarak gösterilebilir. Başrolünde Okan Bayülgen'in oynadığı Alper Mestçi'ye ait 2009 yapımı "Kanal-i-zasyon" filmi tüm bu türleri somut olarak örneklendirerek hicveden başarılı bir film. İsminden de anlaşılacağı üzere freak show olarak tabir edilebilecek programlarıyla kanalizasyona dönüşmüş bir kanalın anlaşılmaz bir şekilde en çok izlenen kanala dönüşümünü anlatıyor. Kapanma eşiğinde olan kanala, kanalın temizlik işçisi İmdat Bayram'ın(Okan Bayülgen) yayın kordinatörü olarak atanmasıyla yayın politikası radikal olarak değişiyor ve normal şartlarda üstü kapalı yapay bir gerçeklikle örtülmeye çalışılan ucube şovları artık duvarları yıkarak kendini gizlemiyor ve açık açık ucubeliğini sergilemeye başlıyor. Bu programların toplum üzerindeki etkilerini denetlemekle yükümlü bürokrasi ve RTÜK'ün umursamazlığı da bu hicivden nasibini alıyor. Ayrıca film boyunca Türkiye televizyonlarının bu freak şovlarla ilk tanıştığı  dönemlerden bir çok ismi görmek mümkün; Medyum Memiş, Saadettin Teksoy, Cahit Kaşıkçılar, Gülgün Feyman, Ahmet Çakar, Vatan Şaşmaz, Zerrin Özer, Haydar Dümen, Uçan adam Sabri, Gülhan Şen, Televole sunucusu  Melih Gümüşbıçak gibi sıra dışı bir konuk oyuncu kadrosuna sahip.

 Filmin bir bölümünde Metin Uca'nın belirttiği gibi izleyici bu aptal kutusuna; "aptal sensin" deyip, bu programlara tepkisini koymadığı sürece kumanda kanalların elinde olmaya devam edecek. Ayrıca bu tip programlar normalde izleyci bulamadığı için yayından kalkması gerekirken, geçtiğimiz günlerde bürokrasi müdahalesi ile yayından kaldırılması söz konusu olan evlilik programlarının izleyicinin talebine dayanan gücü ile ekrana geri dönmesi durumun vehameti adına güzel bir örnek teşkil ediyor.

Peki çok sayıda izleyici neden önemli... Bir sonraki yazıda başka bir film üzerinden bunu konuşalım. Sırdaki film: Caner-Alper Özyurtlu kardeşlerden,  2009 yapımı EV.