Bir Halep Türküsü...






















*filmden o eski Halep'e dair bir kare


Film: Bab El Makam
Senaryo/Yönetmen: Mohamed Malas
Yapım: 2005, Suriye

   Bab el Makam ya da diğer adı ile Passion, Suriyeli yönetmen Mohamed Malas tarafından 2005 yılında çekilmiş. Film temelde kadına şiddete dikkat çekmek amacıyla ortaya konmuş olsa da, şimdilerde bir harabeye dönmüş ve muhtemelen bir daha asla o güzel , kadim görüntüsünü göremeyeceğimiz Halep'ten manzaralar taşıyor. Üstelik Suriye'yi iç savaşa taşıyan olaylardan da küçük küçük sinyaller görmek mümkün. Bu yönleriyle başlı başına tarihsel bir özelliğe sahip olan filmin hikayesi de samimi, naif, hayatın içinden... Henüz savaşın bir ihtimal dahi olmadığı güzel günlerden, Halepli bir ailenin mütevazı hayatlarından, küçük mutluluklarından, umutlarından izler taşıyor. Halep'te acıların satır aralarında kaybolduğu, şiddet ve gözyaşının beşiği olduğu bugünlerde, bir zamanlar oralarda böyle hayatların var olduğu gerçeğini yüzümüze bir kez daha çarpıyor. Filmin açılış sahnesinde ana karakter Imane'nin şehrin ışıklarına bakarak "Allahım, Halep ne kadar da değişti" dediği ve ardından güneşin Halep'in o eski ve güzel olduğu günlerine doğarken tüm endamı ve ihtişamı ile göründüğü o sahneyi defalarca başa sarıp, tekrar tekrar izlemekten kendinizi alamayabilirsiniz.


-SPOİLER-

  Suriye, henüz kendi felaketine sürüklenmemiş fakat yıllar öncesinden küçük küçük kıvılcımların her yerde görülmeye başladığı bir yer.  Imane, tüm bunların ortasında, Halep'te vasat sayılabilecek bir hayat süren 30 unda, tutku dolu bir kadın. Çocukken ona şarkılar söyleyerek büyüttüğü, çok sevdiği küçük kardeşi Rashid, Esad karşıtı gösteriler yüzünden cezaevine girmiş. Rashid'in karısının henüz bebek sayılabilecek yaşta çocuklarını terkedip başka bir adamla gitmesiyle, Imane kendi çocuklarıyla birlikte yeğenlerine de bakmaktadır. Imane tıpkı kardeşi Rashid'i büyüttüğü gibi onun çocuklarını da şarkılar söyleyerek büyütüyor. Ancak Imane'nin ailesi, Esad rejimine ve kadını yok sayan katı ortadoğu geleneklere sıkı sıkıya bağlıdır. Bu yüzden de Esad'a muhalif gösteriler yüzünden hapse atılan, Imane'nin küçük kardeşi olan Rashid'i aile için bir utanç kaynağı olarak görmektedirler. Rashid'in hapse düşmesine neden olan fikirlere kapılmasında Imane'nin kocası Adnan'ın da etkisi olduğunu düşünürler, üstelik kocası Adnan'ın, Imane'ye bu kadar serbest bir hayat tanımasını da kabullenememektedirler. Zaten Imane'nin Adnan ile evliliklerine en başından beri onay vermemişlerdir. Tüm bunlar bir araya gelince başta amcası Abu Sobhi olmak üzeres ailesi, her fırsatta Imane üzerinde baskı kurmak, ona eziyet etmek isterler. Imane ise tüm bunların ortasında şarkılar söyleyerek var olmaktadır. Kardeşi Rashid'e plaklar doldurarak gönderir, bütün gün taksicilik yaparak eve yorgun argın dönen kocası Adnan için şarkılar söyler, bütün gün çocukları ve onlarla birlikte büyüttüğü Rashid'in kızıyla evin içinde şarkılar söyleyerek ev işlerini yapar. Bir gün Adnan'ın, eşine Mısırlı diva Ümmü Gülsüm/Umm Kulthum'un kasetini hediye etmesiyle,  Imane'nin şarkı söyleme tutkusu başka bir boyuta evrilir. Bu sesin söylediği şarkı onda, o güne kadar yüreğinde hiç hissetmediği duyguların kapılarını açar. Hayatına başka bir renk gelir Imane'nin, her şey daha anlamlı olur. Gün bir başka doğar o kadim şehirde, akşam vakti Halep'in ışıkları bir başka parlar Imane için. Ümmü Gülsüm/Umm Kulthum'un çöl güneşinde kavrulmuş sesi ile adeta Imane yeniden doğar. Imane ailesinin tüm baskılarına rağmen, artık en büyük tutkusu Halep'in tarihi çarşılarında Umm Kulthum kasetleri aramak olan, evde onun şarkılarını onun gibi söylemeye çalışan hayat dolu bir kadına dönüşmüştür. Fakat  bu peri masalı bir engel çıkmadan böyle sürüp giderse drama sanatına çok ayıp etmiş oluruz değil mi?

-SPOİLER SONU-


























  Film boyunca Imane'nin Halep'in eski pasajlarında Umm Kulthum kasetleri aradığı sırada, eşi Adnan'ın taksisiyle ekmeğini kovaladığı anlarda kadim şehir Halep'e dair çok güzel görüntülere şahit olabilir. Şimdi kimbilir hangi ülkede mülteci olan Suriyeli oyuncu Houda Rokbi'nin güzel sesinden Halep üzerine Umm Kulthum şarkıları duyabilirsiniz.

Özellikle savaştan sonra pek Suriye sinemasına ait film bulunmuyor. Ancak bu filmi Youtube'da bulabildim. Film şimdilik yalnızca ingilizce altyazılı olarak aşağıdaki bölümden youtube üzerinden izleyebilirsiniz.Vaktim olursa belki Türkçe altyazılı halini hazırlarım, (Sol tarafta bulunan "iletişmek şeysi" bölümünden altyazı talep edebilirsiniz)




  Aşık Garip'in şiirlerinde dediği gibi

İşte geldim gidiyorum
şen kalasın Halep şehri 

Şuraya bir de Umm Kulthum seçkisi bırakalım.Buyrun.

Topyekün cinnet-2: Freak Show neden bu kadar çok izlenir?

   Bir önceki yazıda televizyonculuk litaratürüne "Freak Show" olarak geçen, tam karşılamasa da Ucube Şovu olarak Türkçeye çevrilebilecek bir format türünden bahsetmiştik. Bu bölümde, insanların zaafları ve kusurlarını ön plana çıkarmayı hedefleyen ve bundan bir eğlence devşirmeye çalışan bu formatın neden ilgi gördüğünü yine başka bir film analiziyle inceleyeceğiz.  



Film: EV
Yapım:  (2010) Türkiye
Yönetmen : Caner Özyurtlu, Alper Özyurtlu

Film, bir dönem ülkemizde de yayınlanan ve Avrupa'da Big Brother olarak bilinen bir yarışma konsepti üzerine kurulmuş. Filmin hikayesi kendisine izletilen reklamlar karşılığında büyük şirketlerin, kanallara ödediği paradan hakkını isteyen marjinal bir izleycinin yarışma evinin ve canlı yayının kontrolünü ele geçirmesi ile başlıyor. Tıpkı Saw serisinde olduğu gibi karakterimizin, kurduğu psikolojik oyun düzeneği ile insanlara göstermek istediği şeyler var. Yalnız bizim yerli testeremizin tarzı biraz farklı. Oyunu evin içindeki yarışmacılarla değil, o yarışmacılara role girme gereksinimi hissettiren ekran karşısındaki toplumla oynuyor. Çünkü burada reklamın varlığının, içeridekilerden çok EV’in dışındakilerle ilgili olduğunu biliyor. Aslında bir televizyon kanalı yaptığı programla kendine bir miktar bağımlı yaratıyor ve onları birkaç saatliğine esir aldığını reyting verileriyle tescilledikten sonra, reklam şirketlerine; "elimde şu kadar kölem var, hanginiz daha fazla para öderse, kölelerimi ona satarım, onun reklamlarını izletirim" diyor. O yüzden Ev filmi; televizyon, internet ya da kendi kontrolünde olmayan bir kurmacanın bağımlısı olan herkesi, aslında bu modern(!) çağda, kendi rızasıyla reklamların köle pazarında satılığa çıkarılan insanlar olduğu ile yüzleştiriyor. Peki bu milyonluk köle ticaretinden, para transferlerinden izleyiciye düşen pay ne? Kirlenmenin güzel olduğunu sanan ve kirlendiği için tükenen enerjiden, tükenen doğal kaynaklardan ve sebep oldukları israftan habersiz, neden o marka deterjanı almadığımızı merak eden çocuklarımız, hangi dondurmanın siyah spor arabamız varmışcasına bize statü(!) kazandırdığını bilen arkadaşlarımız, zaten en başta siyah bir spor arabamız olması ile statü kazanacağımız inancı kalıyor bize. Bu yüzden geleneksel bir şerbetin nasıl yapıldığını bilmek yerine, aynı anda dünyanın bir ucunda thanks giving ziyafelerini, diğer ucunda ramazan sofralarını şenlendirebilen o çok fonksiyonel içeceğin markası ezbere biliyoruz. Mesela televizyon başında geçirdiğiniz vakit nedeniyle bir yerlerde bir selama ihtiyacı olan arkadaşlarımıza pek güven vermediğimizden, başımız sıkıştığında onları arayıp borç istemeye yüzümüz olmuyor. Büyük ikramiyeyi kazanan 06 Setenay’da kazandığı paradan bize borç vermeyeceğine göre durumumuz kötü. Neyse ki biz Setenay’ın zafere giden yolculuğunu izlerken arada, yüzde sıfır nokta bilmem kaç faizle hangi bankadan ihtiyaç kredisi alabileceğimizi öğrenmiş oluyoruz. Yoksa ne yapardık!

  Bu modern köle ticaretinde asıl hatanın oyunun içindekilerden çok toplumda olduğunu belirtmiştik. Zaten bir repliğinde anti-kahramanımız yarışmacılara “suç sizde değil” diyerek bunu vurguluyor. İzleyici de tam olarak bu mücadeleden besleniyor. İşte burada sinema dilindeki çatışma, climax gibi kavramlar da olayın bir mücadele üzerine bina edildiğini tescilleniyor. Mesela siz hiç aslanların sadece güneşlenip, dolaştığı bir vahşi yaşam belgeseli gördünüz mü ya da zebraların sadece otlandığı ve aheste aheste uzaklara göç ettiği bir belgesel ? Muhtemelen sıkıcı gelirdi. Çünkü ruhumuzun derinliklerinde aslanlardan, timsahlardan kaçan, onlarla boğuşan zebralar görmek isteyen ve bunu izlemekten zevk alan vahşi bir dürtü var. İşte suç bu yüzden bizde. Mesela birisi, sokakta iki kişiyi kazanana bir miktar para vaadederek  kavga ettirse… Etik denen şey en başta başka bir çok yöntemi varken o parayı kazanmak için öteki ile kavga eden insanı suçlar. Üstelik zaten daha kavga başlamadan duyarlı toplum(!) kavga edenleri ayırır, insanları para için kavga ettiren o adama tepki gösterirdi. Çünkü aslında para için kavga eden iki insandan daha çok, onların kavga ettirilmesi çirkin olurdu. Fakat bu normal bir toplum için böyle. Tam bir cinnet halinde yaşayan ve Ucube Şovları izlemekten hastalıklı bir zevk duyan bir toplumda kimse o kavgayı ayırmaz. Tam tersine onlara seyirlik bir kavga sunan adama ve yeni kavgalar düzenlemesi için para bile öder ve  kavganın etrafına toplanıp "vur, vur" diye tempo tutar. İşte kanalların freak show konseptli programlar tercih etmesinin altında yatan mantık bu. bir grup insanı bir evin içinde küçük bir miktar para vermek vaadi ile kavga ettirirken, etrafta o kavgayı izleyenlerden çok daha fazlasını kazanıyor. Reyting oranları da tam olarak kavganın etrafına toplanıp   “vur, vur” diye tempo tutan insanların sayısını gösteriyor.

 Filmde anti-kahramanımız Ev’de yaşananların aslında, etik ve ahlak dışına çıkmayan, şiddet içermeyen bir kafes dövüşü olduğunu göstermeye çalışıyor. Kafes dövüşü, fiziksel bir şiddet içermediği toplum bundan çok rahatsız olmuyor ve vicdanını aklayabiliyor. Bu noktada ana karakterimiz, evin ve canlı yayının kontrolünü ele geçirmesi ile birlikte bu kafes dövüşünün gerçek kurallarıyla yapılmasını istiyor. Yani herkesin üzerine geldiği evin en küçüğü, aşırı duygusal 14 Yiğit, ona destek olan, dünyayı görmüş, gezmiş dolaşmış insan sarrafı abisi 01 Taner, Ev’in içinde her şeyi dengede tutmaya çalışan, ev geçimi konusunda profesyonelliğini bizden esirgemeyen ve evlat hasretini her saniye gözümüze sokan babacan karakter 04 Oğuz, Ev’in temizliği, tertibi düzeninden sorumlu anaç karakterimiz 15 Şenay, sevgi ikonumuz ve dünya barışımız 06 Setenay, Ev’in hırçın, güzel kızı 12 Vildan’dan oluşan sözde aile, aslında yukarıda bahsedilen para için kavga ettirilen insanlar metaforunda kavga tutuşan insanlar ve seyircileri de ekran karşısında onları izleyen bizleriz.  Onların birbirlerine karşı cinayet teşebbüsleri, birbirlerini eleyip büyük ödülden ve onunla yapabilecekleri hayallerden mahrum bırakmak suretiyle gerçekleştiğinden, toplumun ve hukukun gözünde meşru.  Birbirlerini öldürmek için kullandıkları silahlar tamamen insan ruhunun reaksiyonları arasından seçildiği için yasal bir tedbir gerektirmiyor. Biri duygusallığı ile, diğeri dişiliği ile, öteki evlat özlemi çeken iyi aile babası olmasıyla diğerini öldürmeye çalışıyor. Daha kötüsü onları izlerken duyduğumuz haz, insanları duygularını kullanmak konusunda daha da teşvik ediyor, cesaretlendiriyor. 

  Aslında doğa belgesellerinin masum, asıl insan ruhunun mücadelesini konu alan bu Big Brother, Kıyafet/Tarz yarışmaları, Evlilik programlarının "vahşi" olduğu gerçeğiyle yüzleşmek için özellikle yapımların televizyonları yoğun olarak işgal ettiği bu dönemde mutlaka izlenmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum. Filmi izledikten sonra en azından yarışma programlarını bir de bu gözle bakmanızı tavsiye ederim. İyi seyirler…