3...2...1... Motööör.

Çooook çok uzun bir aradan sonra herkese yeniden merhaba.

 İtiraf etmek gerekirse bu kadar uzun bir aranın ardından nasıl çok afilli bir giriş yapabilirim diye epey düşündüm. Sonunda kanaat getirdim ki, mevzuya "herkese merhaba" diyerek dalmak başlı başına en afilli giriş zaten. Kafadan okuyucuyla arandaki 4.duvara girişiyorsun, daha napasın değil mi? Ahanda şöyle bir şey yaklaşık olarak.


   Aradaki duvarın çöküşünün doğal bir sonucu olarak, sıcak, samimi bir ortam oluyor, mesele sizli-bizli olmaktan filan çıkıyor. O yüzden çekinmeyin, öyle dertleşiyoruz yani. Bu arada ben bir kahve alıyorum, isteyen varsa birer tane hazırlayabilirim.

  Böyle bir vakittir onca maceradan sonra bu filmsel meselelerden ne kadar uzaklaştığımla ilgili kendimi yiyip duruyordum. Aslında uzaklaştım denemez, hala en saçmasından, en derinine ne bulursa izleyen, hayatı filmselleştirerek yaşayan bir ademoğlu olarak tedavi edilmeyi bekliyorum. Sadece bir süredir, bunu size açık etmiyordum diyelim. Bu "filmselleştirmek" kavramını da ben uydurdum. Hemen bir örnekle izah edeyim kısaca; Mesela gün içinde iş yerinde, çarşıda, pazarda biriyle karşılaşıyorsun, muhabbet ediyorsun, alış-veriş yapıyorsun veya ilk kez tanışıyorsun. Bir şekilde beşeri bir münasebetin içindesin. (halbuki hiç sevmem:) ) Adamın/kadının davranışlarına, konuşmasına bir şekilde şahit oluyorsun, dahil oluyorsun. İşte ekseri insanoğlu için çok normal olan ve hiçbir aksiyon oluşturmayan bu eylemin bende şöyle tezahürleri olabiliyor; mesela alışverişte büfedeki amca, "ondan kalmadı, pek alan olmadığı için getirtmiyoruz artık" gibi bir muhabbetin içine giriyor, önce kafasını arkaya yatırarak arkasındaki rafa bakıyor, sonra oturduğu yerden kalkarken iki eliyle taburenin yanlarından destek alarak kalkıyor, yavaşca arkasını dönüyor, rafa uzanıyor. Rafa uzanırken bir kolunun tersiyle sırtını desteklerken, rafa uzandığı elinin olduğu tarafta kısa olan ceketinin kenarı iyice yukarı çekiliyor, bel kısmından örgü yeleğinin sökülmüş uçları görünüyor filan. Bu arada abi konuşmaya devam ediyor. O esnada ben o anın hayatın içinde gerçek bir an olduğundan sıyrılıp sanki bir filmde canlandırılan bir senaryo, senaryo gereği yapılan bir rolmüş gibi algılamaya başlıyorum. Sanki tüm o sahneyi gözlerimle görmüyorum da bir kamera açısıyla seyrediyorum gibi. Kafamda tüm o görüntüyü, o rolü, o diyaloğu büfeci amcanın suretinden sıyırıp "ulen Erkan Can bu rolü çok iyi oynar" filan triplerine giriyorum. Veya iş yeri çıkışında servise ilerleyen işçilerin aralarındaki sohbete şahit oluyorum. Biri bir şey yapıyor, bir şey söylüyor istem dışı olarak o davranışı hemen kafamda izlediğim filmlerden bir karakterle kodluyorum: "Tam da Yozgat Blues'da Ercan Kesal'ın göstereceği tavır böyle olurdu, böyle bir cevap verirdi"  v.s.. Öyle acayip acayip haller işte. Kusurabakmayın, kısaca bir iki örnekle izah edeyim demiştim ama biraz uzadı. Yanlışlıkla sanat filmi olarak filmselleştirdiğim bir andan örnek verince uzun plan şeyettik biraz.

 Bu arada yazı baya kontrolden çıktı, acilen toparlamam lazım. Bir de bilinçaltımda ne varsa döktüm, fazla kişiselleşti. Baya psikoloğuma anlatmam gereken ne varsa buraya döktüm.(Evet psikoloğum var, indirimden aldım. Aslında piskiyatr, gerçi pskiyatr da sayılmaz, tıp fakültesi terk bir ev kedisi ya neyse). Bak daha en başında o duvarı hiç yıkmayacaktık, çok yanlış yaptık. Ne anlatıyordum ben? Hah, bu filmsel-milisel işler hakkında bayadır bir şeyler karalayamadığım için kendime kızıyordum. Neyse ki geçenlerde Lumiere'lerin en ufağı Gloria'nın da gaza getirmesiyle tekrar başlayayım istedim. Hazır başlamışken de tevafuk oldu taa en başından başladık, Lumiere kardeşlerden...

 Lumiere kardeşlerin ilk kez hareketli fotoğraflar kaydedebilmeyi sağlayan keşifleriyle, mucit taraflarından ziyade, sinemacı taraflarıyla, daha ötesinde düşünce biçimleri itibarı ile tuhaf bir yakınlık, bir bağ varmış gibi hissediyorum çoğu zaman. Modern sinemanın atası olmaları, ilk  olmaları, zamanın ünlü, varlıklı bilim insanları olmalarını filan hepsini bir tarafa bırakıp, sıradan insanlar olarak düşünüyorum. Bunu ilk kez ben yapıyor olsaydım neyi kaydederdim diye soruyorum kendime. Kendimi biraz önce bahsettiğim büfeci amcanın arka rafa uzanarak aldığı dergiyi bana uzatışını kaydederken buluyorum, mesai bitiminde iş yei servisine ilerleyen kalabalığı filme alırken buluyorum. İşte bu noktada Lumiere kardeşlere derin bir bağ hissediyorum. Mutlaka Lumiereler için de bir duvarın yıkılışını, bir trenin istasyona gelişini, bir fabrikanın dağılışını özel kılan, öyle hissettiren bir sır varmış gibi geliyor. Çektiklerini izlerken, pekala yeni icat ettikleri bir cihazı test etmekten, nasıl kaydettiğini görmekten çok daha fazlasını amaçladıklarını hissedebiliyorsunuz, emsalleri gibi çok önemli olduğunu düşündükleri bir olayı unutulmaz kılmak, belgelemek amacı taşımadıklarını görebiliyorsunuz. Her gün dünyanın her yerinde yüzlerce defa olan ve ertesi gün yine olması gayet muhtemel şeyler. Ancak o ânı özel kılan garip bir büyü oluyor bazen, ışığın o ândaki rengi, açısı, sizin o ân'ı gördüğünüz nokta, perspektifi gördüğünüz açı, onu görme biçiminiz sizde sanki o ânın çok özel bir an olduğu hissini uyandırıyor. (Mesela iran'a kamerayı ilk getiren adam mirza ibrahim genelde resmi bayram törenlerini  kaydetmiş, osmanlı da kameraların kaydettiği ilk görüntüler yine cuma selamlıkları gibi şeyler)

Bence Lumiereleri özel kılan şey tam olarak bu. Hayatın içinden, sıradan bir anın özel, önemli, kaydedilmeye ve tekrar hatırlanmaya değer olabileceğini keşfetmiş olmaları. Bu, icat ettikleri cihazdan çok daha değerli bir buluş. Size de olmuyor mu bazen?  Gayet olağan, hayatın içinden, sıradan şeylerin bazen böyle sinematografik bir çekiciliği oluyor. Sanki garip, büyülü bir an yaşıyormuşsunuz gibi hissetmiyor musunuz ? Bunu görüntü kaydeden bir makinayla kaydetmenin veya insana bahşedilmiş ilahi bir çift nimetle algılıyor olmanızın bir önemi yok.

Lumiereler aslıda sıradan şeyleri estetik görebilme ve gösterebilmeyi sistematik bir biçime getirerek başka bir boyutun kapısını açıyordu. Belki adını, tekniğini bile bilmiyoruz muhtemelen(Lumierler de bunun bir teknik olduğunu bilmiyordu o zaman) ama bugün bile tren yollarında verdiğimiz pozların daha güzel görünmesi için diagonal perspektife ihtiyaç duyuyoruz. Bu estetik algısının, Lumiere kardeşlerin "Trenin istasyona gelişi" filminden mirası olduğunu söylemek fazla mı iddialı olur? Ya da kenar çizgilerine eşit mesafede boşluklar bırakarak çektiğimiz fotoğrafların daha doğru kadrajlandığını düşünmenin, o haliyle daha estetik gelişinin, 






3...2...1 kestiiik.

Fazla uzun bir merhaba yazısı oldu ama bu defa idare edin. Uzun zaman yazmayınca birikmişse demek ki...