Arzın Merkezinde Çalan Bir Şarkı ve Tabi Talebin de...



  16 Tons, aslen Merle Travis 'e ait 40'lı yıllarda yazılmış bir madenci şarkısı. Gerçi ben Tenesse Ernie Ford yorumunu daha çok sevdim ya neyse...Ümit Kıvanç'a ait maden işçilerine dair bir belgesel sayesinde keşfettim.

  Bırakın şarkı, yazının sonuna kadar eşlik etsin size. Tennessee Ernie Ford başta Ereğli havzası olmak üzere yurdumun 4 köşesindeki bütün madenci abilerimiz için söylüyor. buyrun lütfen

   Babası da madenci olan Merle abimiz 40'lı yıllarda böyle madenci deyişlerinden filan bi şarkı yapmışsa da o yıllarda pek tutmamış. Daha sonra 1950'nin ortalarında Amerikalıların pek sevdiği bir ağabey olan Tennessee Ernie Ford  bu şarkıyı bir televizyon programında söyleyince şarkı patlamış, Sonra albümüne filan koymuş bunu. Şarkı liste rekorları kırmış, onlarca coverı yapılmış, bir çok isim tarafından seslendirilmiş, Kral TV'de filan çıkmış, baya piyasa olmuş anlayacağınız.

   Merle Travis daha küçükken, babasının madende çalıştığı yıllarda, maden işçilerine yükledikleri kömüre göre ödeme yapılırmış. İşçilerin şirketler tarafından madenlere yakın yerlerde kurulmuş yerleşim alanlarında, insani koşullardan uzak, madeni çıkaran şirketler tarafından tahsis edilmiş konutlarda verdiği yaşam mücadelelerini anlatıyor şarkı. Durum o kadar kötüymüş ki, şirketler bu işçilere para dahi ödemez, alış-veriş için bu yerleşim yerlerinde, yalnızca yine bu şirketlerin açtıkları marketlerde geçen fişler verirlermiş. İşçiyi daha fazla çalıştırmaya odaklanmış firmalar en yakın yerleşim yerine yüzlerce kilometre uzaktaki bir maden civarında kurulmuş yerleşkede işçilerin alışveriş yapacakları başka yer olmadığını bilen maden şirketleri kendi marketlerinde fahiş fiyatlandırmalar yapar, böylece işçileri sürekli olarak bu marketlere borçlu tutarlarmış. Tabi onurlu işçiler de borçlarını ödemek için sürekli kendilerini daha fazla çalışmak zorunda hissederlermiş. Sanıyorum şarkıda bahsedilen "company store"-"şirket marketi" bu şekilde ortaya çıkmış bir kavram. Yani maden şirketi işçilerin sadece işvereni değil, zaman kavramlarını çıkardıkları kömür miktarına endeksleyen, para birimlerini ve ekonomilerini, komşularını, özetle tüm hayatlarını organize eden yeni bir düzenmiş sanırım.

Tabi günümüzde buna serbest piyasa ekonomisi diyenler de var.

Şarkı Sözleri
Bazı insanlar der ki, insan çamurdan yapılmıştır. 
Oysa zavallı adamcağız, kas ve kandan yapılmıştır. 
Kas, kan, deri ve kemikler... 
Zayıf bir zihin ve kuvvetli bir sırt... 

Onaltı ton yüklersin, eline ne geçer? 
Daha da yaşlanıp, daha da borca batarsın. 
Aziz peter, ben ölemem bile 
Çünkü ruhum şirketin marketinde rehin 

Güneşin ışıldamadığı bir sabah doğdum 
Küreğimi alıp madene doğru yürüdüm 
9 numara kömürden onaltı ton yükledim 
ve patron da dedi ki "vay be" 

Onaltı ton yüklersin, eline ne geçer 
Daha da yaşlanıp daha da borca batarsın 
Aziz peter, ben ölemem bile 
Çünkü ruhum şirketin marketinde rehin 

Bir sabah doğmuştum, hafif yağmur yağıyordu 
Dövüşmek ve bela benim göbek adım. 
Bambu çalılığında bir anne aslan tarafından büyütüldüm 
Hiç bir cırtlak sesli kadın, beni hizaya sokamaz 

Onaltı ton yüklersin, eline ne geçer. 
Daha da yaşlanıp, daha da borca batarsın 
Aziz peter, ben ölemem bile 
Çünkü ruhum şirketin marketinde rehin 

Eğer beni karşıdan gelirken görürsen kenara çekil 
Bir çok adam çekilmedi, bir çok adam öldü 
Bir yumruğum demirden, öbürü çelikten 
Eğer sağdaki halledemezse, soldaki halleder 

Onaltı ton yüklersin, eline ne geçer 
Daha da yaşlanıp daha da borca batarsın 
Aziz peter, ben ölemem bile 
Çünkü ruhum şirketin marketinde rehin...


Ümit Kıvanç' a ait belgeseli şuradan izleyebilirsiniz: Vicdan ve serbest piyasaya dair bir belgesel Şiddetle tavsiye edilir...

Oscar Töreninde Ankaralı Turgut..





Künye

Film                 : Valgaften(Election Night)
Yapım             : 1998, Danimarka
Senaryo           : Andreas Thomas Jensen
Yönetmen        : Andreas Thomas Jensen

   Geçenlerde TÜRVAK Sinema-Tiyatro Müzesinde gerçekleştirilien "içinde Türkiye geçen film afişleri sergisi" vesilesi ile yer yer yurdun yağışlı bölgelerinde mütemadiyen karşıma çıkan; içinde Türkiye geçen filmler yine gündeme geldi arkadaşlar arasında. Bu konu niye bizim için bu kadar önemli, millet olarak dünya sinemasında bir yerlerde bizden bahsedilince neden bu kadar seviniyoruz bilmiyorum. Acayip, kompleksli bir milletiz vesselam, herhalde birilerinin dünyada bizim varlığımızdan haberdar olduğunu bilmek hoşumuza gidiyor. Bob Dylan Türkmüşçülüğümüz, koca okyanusu dondurup kızılderilileri Amerika kıtasına buradan göç ettirmişliğimiz hep bundan. Derunumuzdaki yaraları bilmek için ulusça çocukluğumuza inmek gerek belki, kallavi psikoanalizlerden geçmek, azıcık Freud filan okumak gerek, bilemeyeceğim. Neyse...İlk başta muhabbeti Transporter 3 filmindeki Müslüm Baba, İsmail YK posterleriyle savuşturabilirim sandım. Fakat muhabbet pek öyle sandığım kadar vasat geçmedi. Neyse ki, konu "Ayhan Işık, George Clooney 'in babasıymış" kıvamına gelmeden kapandı. Eve dönünce, bir süre sonra yeniden, kaçınılmaz bir biçimde karşıma çıkacak olan  içinde Türkiye geçen filmler muhabbetini yeni bir şeyler katabilmek adına konuyla ilgili biraz bakınırken "Election Night" ile karşılaştım.

       Orijinal adı "Valgaften" olan film, 1998 yılnda en iyi kısa film dalında Oscar almış. Senaristi ve yönetmeni Danimarka sinemasını Lars Von Trier'le birlikte sırtlayan ünlü bir isim; Andreas Thomas Jensen. Senarist kişiliği ile de bilinen Jensen, profosyonel anlamda sinemaya 1996 yılında kısa metraj işlerle başlamış. Üç yıl üstüste aday olduğu en iyi kısa film oscarını 1998'de Valgaften ile kazandıktan sonra çıtayı yukarı çekerek bazen senarist, bazen yönetmen olarak uzun metraj bir filmle oscar kovalamaya başlamış. Rembrandt ve The Green Butcher gibi ses getiren işlerin yanında The Duchess filminin senaryosu yazarak 2008 yılında Hollywood'a göz kırpmıştır. 2011 yılında senaryosunu yazdığı "In a Better World" en iyi yabancı film oscarını alan Jensen'i ilerleyen yıllarda daha çok konuşacağız gibi..

   Filme dönecek olursak; Enternasyonalizmi benimsemiş idealist bir ağabeyin şahsında, toplumun ırkçılığa nasıl evrildiğini anlatıyor. Yoğun bir nüfusa sahip bir kültürün varlığı altında yaşayan azınlıkların, o kültür içerisindeki azınlık haklarına duyarlı insanların duygularından faydalanarak, hem dahil olduğu toplumda egemen kültüre, hem de diğer azınlıklara karşı pozitif ayrımcılık elde etmeye çalışmasını gayet yalın bir dille ifade etmiş. Herhangi bir ayrımcılığa maruz kalmasa bile azınlık olmanın getirdiği aşağılık kompleksi ile birlikte, aşırı bir alınganlığa bürünmesi ve bunun sonucunda refleks göstermeleri söz konusu. Öyle ki, azınlıklar tarafından geliştirilen bu reflekslere maruz kalan en hümanist, en enternasyoneller bile ister istemez, "her şey dozunda makbul" kıvamına gelerek bir adım geri atıyor ve azınlık hakları savunuculuğundan, ırkçılık yapmamayı yeterli gören, orta yolcu bir duruşu kabulleniyor. Aslında herhangi bir ayrımcılıkta bulunmasalar dahi, sırf azınlık haklarını savunucu eylemlerde bulunmadıkları için ırkçılıkla nitelediğimiz insanların o noktaya bizzat ırkçılık karşıtı fikirlerin sürüklediğini görmek gerek. Birbirinin varlığından beslenen iki zıt düşüne, birbirine sürtülerek biri keskinleşirken, diğerini de keskinleştirilen iki bıçak...

   Filme damgasını vuran ise tabi ki hem filmin içerisinde hem de bitiş jeneriğinde yer alan Ankaralı Turgut.. Evet yanlış duymadınız, Oscarlı bir filmde öyle bangır bangır çalan Ankaralı Turgut...N'aparsınız işte bu da millet olarak bizim kompleksimiz...

İYİ SEYİRLER...